Bir’e İnanmak, Birliğe Sarılmak: Tevhid
Dört kitabın mânası ve bütün ilimlerin özü “Lâ ilâhe illallah”dır. Yani: Allah’tan başka ilah yoktur. O (C. C. ), herşeyi ile tektir, birdir. Bütün mülk O’nundur, yaratan ve yaşatan O’dur. Her şey O’nun varlığına ve birliğine delildir, ibâdet ancak O’na lâyıktır.
Her mükellefin tevhidi ve onun ilmini yeterince öğrenmesi farzdır. Gerçek tevhid ve kulluk akılla değil, vahiyle öğrenilir. Tevhidin hakikatına ihlas ve edeble ulaşılır. Bunun için bize ilâhî vahyi getiren Peygamberlere iman edip tâbi olmamız gerekmektedir. İnsanlığa son peygamber gelmiştir ve artık yahudi-hıristiyan, müşrik, putperest, dinli-dinsiz bütün insanlar onu tanıyıp kendisine tâbi olmakla mükelleftirler. Şu halde, gerçek bir iman için iki temel rükün vardır:
Lâ ilâhe illallah. Bu söz ve iman ile Allahu Teâlâ’nın varlığı, birliği ve ibâdete lâyık tek ilah olduğu tasdik edilmiş olur.
Muhammedü’r-Rasûlullah. Bu söz ve iman ile de Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi vesellem) Allah’ın son peygamberi olduğu kabul edilmiş ve Allah’a kulluk için O’nun tebliğ ettiği dine girilmiş olur.
Bu iman öyle bir nurdur ki, kalbe atıldığı zaman içindeki bütün küfrü ve şirki tertemiz eder. O öyle bir ilâhî şuurdur ki, ondan kalbinde zerre kadar bulunduran kimse imanla gider ve sonuçta Cennet’e girer. Bu iman, kalbin hassas bir hissi ve Yüce Rabbine karşı gizli bir sevgisidir. Onun azı da çoktur ve değerinin dünyada dengi yoktur.
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimiz, imanın değerini şöyle beyan buyurmuştur:
“Aziz ve Celil olan Allah, âhirette azabı en hafif olan kâfire:
‘Dünya ve içindeki bütün şeyler senin olsaydı, bu azaptan kurtulmak için onu fidye verir miydin?’ diye sorar, o da:
‘Evet verirdim!’ der. O zaman Allahu Teâlâ:
‘Sen daha Âdem’in sulbünde iken senden bundan daha kolay bir şey istedim; bana hiç bir şeyi ortak koşma seni ateşe sokmayayım dedim, sen bundan kaçındın, şirke girdin’ karşılığını verir. ” (Buharî, Müslim)
Evet imanın zerresi, dünyanın bütününden daha kıymetli ve daha hayırlıdır. Çünkü, önümüzdeki ebedî alemde azaptan kurtuluş için bütün dünya fidye verilse kabul edilmez iken; kalbinde zerre kadar imanı olan kimse için Allah Teâlâ, meleklerine: “Onu Cehennem’den çıkarın!” (Buharî, Müslim) emrini verecektir.
Namaz, oruç, zekat ve hac gibi temel farz ibâdetleri yapan bir müslümanın, ayrıca dinin helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmesi farzdır. Cennet’e götüren iman budur. Bir müslüman, Allah’a imanı tam ve şirkten uzak olduğu halde nefsinin hevâsına uyup bazı farzları terk etse veya haramlara girse, bu yüzden küfre girmiş olmaz. Bu durumda kendisine tevbe farzdır. Tevbe etmeden ölse bile yine mü’mindir, tevhid üzere ölmüştür. Cenâb-ı Hakk dilerse kendisine hiç azap etmeden affederek onu rahmetiyle cennetine koyar. Veya geçici bir azapla cezâlandırır ve sonunda ebedî nimet yurdu Cennet’e koyar.
Fıtratında iyilik ahlâkı bulunan ve dünyada bir çok hayır yapan insanlar, yoktan var edildiklerini düşünüp bir kere olsun Yüce Yaratıcıya kalbini açarak: “Rabbim beni affet!” deselerdi, bu kadar bir şuur bile ahirette kendilerine fayda verecekti. Ancak, kul olduğunu unutan ve Rabbini inkâra kalkan bir insan, dünyada en büyük zulmü işlediği için, burada hayır türünden ne yapsa âhirette faydasını göremeyecektir. Çünkü bir amelin hayır ve sevap olması için ilk şart, vücûdu ve mevcudu yaratan Allah’a imandır.
Hz. Âişe (radıyallâhu anha) vâlidemiz anlatıyor:
“Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi vesellem) câhiliyye devrinde yaşayan ve iyilikleriyle meşhur olan Abdullah b. Cüdân’dan bahsettim. Onun misâfirlerine ikramda bulunduğunu, akrabalarının hukukunu görüp gözettiğini, köle âzat ettiğini, miskinleri doyurduğunu, komşularına iyilikten geri durmadığını zikrettim. Bu yaptıklarının âhirette kendisine bir faydası olup olmadığını sordum, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem): ‘Hayır, bir faydası olma-yacaktır. Çünkü o, bir gün olsun Rabbim beni affet! demedi’ buyurdu. ” (Müslim)
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimiz buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ, kıyâmet günü meleklerine şöyle buyurur: Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya (insanların bulunmadığı) bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın. ” (Tirmizî)
Bütün mesele âhirette ebedî kurtuluşa vesile olacak bu iman dâiresine girmek ve Allahu Teâlâ’yı tanımanın lezzetini tatmaktır.
Ârifler gerçek tevhidin, ancak sahih bir iman, ilme uygun amel ve kalbin zâtî zikre ulaşmasıyla elde edileceğini belirtmişlerdir.
İmam Rabbâni (kuddise sırruhû), bu mühim konuya şöyle değinir: “Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması, ancak Ehl-i Sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenâb-ı Hakk ile sukûn bulup selîm hale gelen kalb sahipleri, eşyaya nazar ettiklerinde onları değil, yaratanı hatırlarlar ve varlıklar ile perdelenmezler. Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya âit bir vücud ve ünvan akıllarına getiremezler. Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler. Buna ‘fenâ-i kalbî’ denir. Tasavvufta ilk basamak budur ve diğer velâyet kemâlatları bunun üzerine gelişir. ”
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (kuddise sırruhû) zâti zikrin ne demek olduğunu şöyle belirtmiştir: “Zikir, kalbten başlayarak ruh, sır, hafi, ahfâ ve nefs-i nâtıka ü-zerinde yapılarak bütün vücûdu sardığında ‘zikr-i sultâni’ ismini alır. Zikr-i sultâni, zikrin insanın bütün vücûdunu sarması, hatta bütün eşyada hissedilmesidir. ”
Demek ki, bütün amellerin esası olan “ihlas” ve hepsinin hedefi olan “tevhid”, kalbin bu derece ilâhî muhabbet ve zikir ile dolmasından sonra hâsıl olmaktadır. Bu muhabbetin meyvesi güzel kulluktur ve sonucu da edebtir. Edebi olmayan bir kimsenin dini sağlam olmadığı gibi, tevhid anlayışı da sahih değildir.
büyüklerin duası ile…