Gerçek Âlimlere Neden Borçluyuz?
Yeryüzünde işlenen bunca zulüm ve isyanları gördükçe, hep düşünmüşümdür: Yer ve gök bunlara nasıl tahammül ediyor? Güneş, Rabbini tanımayan bu insanları aydınlatırken harcadığı enerjiye acımıyor mu? Hayvanlar, insanlığa paydos etmiş bu zâlimlere canlarını verirken, hiç üzülmüyorlar mı? Onca inkar ve isyana karşı, bunca rahmet ve ihsanın sebebi nedir ve bütün bunlar kimdendir?
Şunu itiraf edelim: Eğer kâinatta işlenen bunca isyana rağmen insanların üzerine taş yağmıyor, yer ile gök kapanmıyor; güneş hayat sunan ışınlarını karartmıyor; üstten yağmur, alttan su gelmeye devam ediyor, bize et ve süt veren hayvanlar hizmetten kaçmıyor ve şimdilik kıyâmet kopmuyorsa, bunun bir sebebi vardır. İlim ve insaf diyor ki: Bunun sebebi imandır ve kâinatın sigortası mü’minlerdir. Çünkü, âlemlerin Rabbi, halkın ve kâinatın var oluş hikmetini şöyle açıklıyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısınlar ve bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât/56)
“Biz, gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları sadece hak ile, hak için yarattık.” (Duhan/39-39)
Kâinatta Hakk’a iman ve irfanın bulunmadığı gün, var olmanın hikmeti kaybolur ve dünya hayâtı son bulur; kıyâmet kopar. Demek ki, gökler ve yerler, sadece mü’minlerin kalbindeki ilâhî aşk ve imanın hatırına ayakta tutulmaktadır. Eğer o iman ve irfan sâhipleri olmasa, kâinat çoktan yıkılırdı. Kâinatın Efendisinin (S.A.V.) belirttiği gibi: Bu kâinatın yıkılacağı gün, dünyada ‘Allah’ diyen hiç bir mü’min kalmayacak; hepsi ruhları alınıp öbür âleme göçmüş olacak ve kıyâmet kâfirlerin üzerine kopacaktır. (Müslim, Nesâî) Yani kâinatın hayatı, mü’minlerin varlığına endekslidir. Hz. Rasûlullah (A.S.) Efendimiz bu gerçeği: “Yeryüzünde ‘Allah’ diyen kimseler kaldığı sürece kıyâmet kopmaz.” (Müslim, Tirmizî) şeklinde ifâde buyurmuştur. Demek ki Allah’a iman eden mü’minler ve onların hâlis zikirleri kâinatın yıkılmasına mani olmaktadır. İşte ilâhî hüküm:
“Eğer Allah, insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savmasaydı elbette yeryüzü alt-üst (ve insanlar helâk) olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sâhibidir. (Bakara/151) Bu âyetin murâdını meşhur müfessir İbnu Cerir’den (Rh. A.) dinleyelim:
“Eğer Allahu Teâlâ iman ve taat ehli insanların bereketine, şirk ve isyan eden insanlara gelecek azabı defetmeseydi, insanlar helâk olur, yeryüzünün altı üstüne gelirdi. Fakat Allah, iyilerin bereketine kötülerden, itaat ehlinin hürmetine isyan edenlerden, mü’minlerin hatırına kâfirlerden azabı defedip kendilerine mühlet vermekle halka büyük lütufta bulunmaktadır. Bu âyet, bütün münâfık ve kâfirlere Allahu Teâlâ’dan bir duyurudur. Bu buyrukta deniliyor ki: Ey münâfık ve kâfirler şunu iyi bilin ki, Allah’a ve Rasûlüne iman eden, basiret ehli, Allah’ın emirlerini yerine getiren mü’minler aranızda bulunduğu için, başınıza gelecek azaplar savılıyor. Yoksa, âlemdeki bu düzen böyle devam etmez, dünya başınıza yıkılırdı.” (Taberî)
Küfrün başı Ebu Cehil bir defasında: “Eğer bu Peygamberin getirdikleri ve söyledikleri doğru ise, gökten başımıza taş yağsın ve yahut Allah bizi acı bir azap içinde yaksın!” diyerek, işi alaya almıştı. Küfür ve isyan halinde iken elinden alınmayan nimetlere aldanmıştı. İnen âyet-i kerime, Ebû Cehl’in çoktan hakettiği bu azabın niçin te’hir edildiğini şöyle açıkladı:
“Rasûlüm, sen onların arasında iken Allah onlara azap indirecek değildir. Ve onlar istiğfar edip Allah’a yöneldikçe de Allah kendilerine azap etmeyecektir.” (Enfal/33)
Bu âyet-i kerime bize şu işâretlerde bulunmaktadır:
* Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) bulunduğu yerlere umûmî azap inmez. Allah’ın Rasûlü (A.S.), sünnetini ihya eden kâmil mü’minler vâsıtasıyla halkın arasında mânen yaşamaktadır.
* Bir memlekette Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) sünneti yaşanıyorsa, o memlekete de umûmî azap gelmez.
* Bir kalpte Rasûl-i Kibriyânın (A.S.) sevgisi bulunuyorsa, o kalp bunalıma girmez.
* Bir ev halkı, sünnet edebine dikkat etse, o evde geçimsizlik olmaz.
* Aralarında Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) vârisi kâmil mürşidler bulunan bir cemiyet, genel olarak rûhî bunalım ve ahlâki çöküntü yaşamaz.
* İlâhî sevgi ve zikir, insanın içindeki sıkıntıları yok eder.
* Tevbe ve istiğfar, kalblere huzur, beldelere bolluk getirir. Samimi göz yaşları ve hâlis duâlar, bir çok belâyı def eder.
* İnsanlık, Rabbini bırakıp eşyaya tapınca, âlemde kızılca kıyâmetler kopmaya başlar. İçte buhranlar, dışta zulümler ortalığı sarar. Herkes bir ayrı dert içinde yanar. Cemiyetteki sulh, kalpteki sukûnetle mümkündür. Bunun mimarları da, kalbini Rabbinin aşkıyla mâmur etmiş gerçek muttakilerdir. İnsanlık onlara hem muhtaç hem de borçludur.
Allah dostlarının âleme nasıl rahmet olduğunu şu misalle anlayalım:
Bir adamın bin tane can düşmanı olsa ve onları topluca bir binada yakalasa. Adamın elinde de hepsini imha edecek bir silah bulunsa. Tam imhaya karar vereceği sırada, çok sevdiği bir can dostu aynı binanın penceresinden başını uzatsa. Adama baksa, gülümseyip el sallasa. Bin düşmanın arasında böyle bir dostunu gören bu adam elindeki silahı ateşler mi? Elbette ki hayır! Bütün düşmanlarını o bir dostunun hatırına bağışlar, intikamını şimdilik tehir eder. Sonsuz kerem sahibi Allah da böyle yapıyor. Halkın hak ettiği nice azaplar, Allah Allah diye inleyen mü’minlerin hatırına halktan savılıp tehir ediliyor. Bu ümmetin içinde öyle nazlı kullar vardır ki, âlem onların bereketine selâmette kalır.
Rahmet Peygamberinin (A.S.) şu ilginç haberlerine kulak veriniz:
“Hiç şüphesiz Allah, bu ümmete içlerindeki zayıf sâlih kullarının duâ, namaz ve ihlasları sebebiyle yardım eder.” (Nesâî)
“Siz ancak içinizdeki zayıf görünümlü sâlih kulların duâ ve bereketiyle ilâhî yardıma ve zafere ulaşırsınız.” (Ebû Dâvud, Tirmizî)
“Şüphesiz Allahu Teâlâ, bir salih müslümanın bereketine komşularından yüz tane hâneden belâyı def eder.” (Heysemî, Suyûtî)
“Abdallar (seçkin ehlullah) kırk kişidir. Şam bölgesinde bulunurlar. İçlerinden birisi vefat edince, Allah onun yerine bir başkasını getirir. İnsanlar onların (dua ve bereketi) sebebiyle yağmura kavuşur. Onların bereketiyle (mü’minlere düşmanlarına karşı ilâhî) yardım olunur, halktan (umûmî) azap kaldırılır.” (Ahmed, Heysemî)
“Yeryüzü İbrahim Halîlürrahmân’ın misli (kalp ve ahlâken ona benzeyen) kırk kişiden hiçbir zaman boş kalmaz. Size onların bereketiyle yardım olunuyor, rızık veriliyor ve yağmur yağdırılıyor.” (Sülemî, Tabarânî, Suyûtî)
“Allah’tan korkan gençler, otlayan hayvanlar, rukû’ eden büyükler, süt emen sabîler olmasaydı (yaptığınız isyanlar yüzünden) üzerinize azap yağardı.” (Beyhakî, Suyûtî)
“Allahu Teâlâ buyuruyor ki: Kullarımın bana en sevimli olanları benim için biribirini sevenler, mescidlerimi mâmur edenler ve seherleri istiğfarla geçirenlerdir. Onlar öyle kimselerdir ki, ben yeryüzündeki insanlara bir azap etmek istediğimde onlara bakarım ve azap etmekten vazgeçerim.” (Beyhakî, Suyûtî)
Dense ki: “Bugün dünyanın manzarası hiç de hoş değil. İslâm Âlemi sıkıntıdan, diğer milletler bunalımdan başlarını alamıyorlar. Her bölgede bir çeşit musibet ve âfet var. Bu bir azap değil midir? Hadislerde anlatıldığı gibi bu azaplara mâni olacak iman ve gönül ehli kalmadı mı?” Cevabı Rabbülâlemin veriyor:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, işlediğiniz amelleriniz yüzündendir. Halbuki Allah çoğunu da affetmektedir.” (Şûrâ/30)
Evet, bizlere gelecek azabın çoğu affedilmiştir. Karşılaştığımız bu sıkıntılar ile sadece ikaz ediliyoruz. Şunu da bilelim ki, mü’minlerin dünyada çektikleri sıkıntılar, âhirette tekrarlanmayacaktır. Bu husûsi sıkıntıların tek sebebi, İslâm’ın izzetini bırakıp ehl-i dünyaya özenmektir. Bununla birlikte umumî azabın tehir edilmesi ve hayatın normal seyrinde gitmesi, ilâhî rahmetin eseridir. Ve bu rahmeti üzerimize çekenler de -adedleri çok az da olsa- aramızdaki kâmil mü’minlerdir. Onlara çok şey borçluyuz.
Nurullah Toprak, Semerkand Dergisi, Şubat 1999.