Hayat Dengemiz – Yolumuzun Aslı ve Hedefi

Hayat Dengemiz – Yolumuzun Aslı ve Hedefi

Yü­ce Al­lah’a son­suz hamd ve se­nâ ol­sun.

O’nun eş­siz ha­bi­bi­ne en gü­ze­liy­le sa­lât ve se­lâm­lar ol­sun.

He­pi­niz hoş gel­di­niz, se­fa­lar ge­tir­di­niz.

Al­la­h Te­âlâ at­tı­ğı­nız her adı­ma ve har­ca­dı­ğı­nız za­ma­nın her anı­na kar­şı­lık siz­le­ri zen­gin ha­zi­ne­sin­den di­le­di­ği öl­çü­de mü­kâ­fat­lan­dır­sın. Biz onun mü­kâ­fa­tı­nın öl­çü­sü­nü ak­lı­mız­la bi­le­me­yiz. Bu ne­den­le di­le­di­ği öl­çü­de de­mek ih­ti­ya­cı duy­dum. Lü­tuf ve cö­mert­lik O’nun şa­nın­dan­dır.

Biz­ler öy­le bir pey­gam­be­rin üm­me­ti­yiz ki, Rab­bü’lâ­le­mi­n, onun hak­kın­da,

“Re­sû­lüm, biz se­ni an­cak âlem­le­re rah­met ola­rak gön­der­dik”(En­bi­yâ 21/107) bu­yur­muş­tur.

Yi­ne onun hak­kın­da,

“Sen ol­ma­say­dın (ya Mu­ham­med) fe­lek­le­ri ya­rat­maz­dım”buy­rul­muş­tur. (Ac­lûnî, Keş­fü’l-Ha­fâ, nr. 2121; Şev­kânî, el-Fe­vâ­idü’l-Mec­mua, nr. 1012)

Biz­ler, yüz yir­mi dört bin pey­gam­ber, bü­tün ev­li­ya­lar, in­san­lar ve mah­lû­kat onun ha­tı­rı ve onun­la öğ­re­ti­len ha­ki­ka­ti an­la­mak için ya­ra­tıl­mış­tır. Biz onun üm­me­ti ola­rak onun yo­lun­da yü­rür­ken ezi­yet çek­tiy­sek, sı­kın­tı­ya du­çar ol­duy­sak bu­nun­la if­ti­har et­me­miz lâ­zım­dır. Çek­ti­ği­miz sı­kın­tı­lar, uğ­raş­la­rı­mız, ça­ba­la­rı­mız bi­zi bir oğu­lun ba­ba­sı­na ben­ze­yi­şi gi­bi Pey­gam­be­ri­miz’e ben­ze­ti­yor­sa ne mut­lu biz­le­re.

Al­lah Te­âlâ,

“Ha­yır­lı âkı­bet ger­çek müt­ta­ki­le­rin­dir” (Hûd 11/49) bu­yu­ru­yor.

Al­lah Te­âlâ di­le­di­ği ki­şi­yi aziz eder, di­le­di­ği­ni ze­lil eder. Biz­le­re zil­let yo­lu­nu da aziz­lik yo­lu­nu da O gös­ter­miş­tir. O biz­le­ri ah­se­ni tak­vim üze­re ya­ni en gü­zel şe­kil­de ya­rat­mış; akıl ver­miş, ilim ver­miş­tir. Ver­di­ği ilim Ceb­râ­il (a.s) va­sı­ta­sıy­la Hz. Mu­ham­med’e (s.a.v) gön­de­ri­len Ku­rân-ı Mü­bîn’­dir.

Ta­bii ki Ku­r’an bir der­ya­dır. Uy­gu­la­ma­sı­nın na­sıl ola­ca­ğı­nı sev­gi­li Pey­gam­be­ri­mi­z’in ha­ya­tıy­la or­ta­ya koy­muş­tur. O ha­ya­tıy­la, söz­le­riy­le Ku­rân-ı Ke­rîm’i tef­sir et­miş­tir. Biz­ler bi­ze ver­di­ği akıl ni­me­tin­den, ya­ra­tı­lış­tan ih­san et­ti­ği gü­zel­lik­ler­den, sev­gi­li Pey­gam­be­ri­mi­z’e üm­met ol­ma ay­rı­ca­lı­ğı­nı lut­fet­ti­ğin­den do­la­yı Al­lah’a şü­kre­di­yo­ruz. O şük­rü eda­ya ça­lış­mak ge­re­kir. Çün­kü cüm­le mah­lû­kat Al­lah Te­âlâ’nın zik­riy­le meş­gul­dür. Pey­gam­be­ri­mi­z’e üm­met ol­mak en bü­yük ni­met­tir.

O öy­le bir pey­gam­ber­dir ki, üm­me­ti­ne o de­re­ce düş­kün­dür ki, mah­şer gü­nün­de pey­gam­ber­ler “nef­si nef­si!” di­ye­rek Al­lah’a il­ti­ca eder­ken o üm­me­ti için Al­lah’a ya­ka­ra­cak­tır. O kut­lu pey­gam­be­ri an­mak için kul­lan­dı­ğı­mız ulu ke­li­me­si bi­le onun bü­yük­lü­ğü­nü ifa­de­den âciz­dir.

Onun ar­dın­dan ken­di­mi­ze Pey­gam­be­r’in (s.a.v) ya­ra­nı, dos­tu ve en sa­dık üm­me­ti­ni Ebû Be­kir-i Sıd­dîk efen­di­mi­zi ör­nek alı­yo­ruz. O bir an bi­le kü­für­de kal­ma­mış­tır. İs­lâm’ı, hak da­ve­ti du­yar duy­maz iman et­miş­tir. Yo­lu­muz onun yo­lu ol­ma­lı­dır. Yo­lu­muz onun sa­mi­mi­ye­ti ol­ma­lı­dır. Sa­da­ka­tin­den do­la­yı Rab­bü’lâ­le­min onu ki­ta­bın­da met­he­dip öv­müş­tür.

Onun öy­le bir sa­da­ka­ti var­dı ki mi‘rac ola­yı­nı ken­di­si­ne an­la­tan­la­ra, “Bu­nu Hz. Mu­ham­med söy­le­miş­se doğ­ru­dur” di­ye hiç şüp­he et­me­den ve da­ha ola­yı Pey­gam­ber Efen­di­miz’­den (s.a.v) bi­le biz­zat din­le­me­den tas­dik et­miş­tir. Tek ka­yıt koy­muş­tur: Eğer o söy­lü­yor­sa doğ­ru­dur.

Böy­le bir ör­nek in­sa­nın yo­lun­da, izin­de iler­le­me­ye ça­lış­ma­lı­yız. O, Hz. Re­sû­lul­lah’a (s.a.v) öy­le âşık­tı ki, o üzül­me­sin di­ye üm­met için, ken­di­ni ate­şe at­ma­ya ha­zır­lan­mış ve yü­ce Al­lah’tan şu di­lek­te bu­lun­muş­tur:

“Yâ rab, üm­met-i Mu­ham­med ye­ri­ne be­ni ate­şe at ve be­nim vü­cu­du­mu öy­le bü­yüt ki ce­hen­nem­de bir tek Mu­ham­med üm­me­ti­ne yer kal­ma­sın, hep­si için ben ya­na­yım.”

Bi­zim yo­lu­muz iş­te bu yol­dur. Bu­na Sıd­dî­ki­yye yo­lu ve meş­re­bi de­nir. Pey­gam­ber ema­ne­ti bu yol­la ule­mâ­nın, ev­li­ya­nın, as­fi­ya­nın, ârif­le­rin el­le­riy­le bu­gü­ne ulaş­tı­rıl­mış ve ken­di­mi­ze reh­ber al­dı­ğı­mız gav­sı­mı­za tes­lim edil­miş­tir.

Bu yo­lun reh­be­ri mür­şid­le­ri­miz­den bi­ri­­nin şöy­le söy­le­di­ği­ni işit­tim:

“Yâ rab­bi, be­ni üm­me­ti­ne fe­da ey­le. Bu dün­ya­da on­la­ra ge­le­cek ezi­yet ve ce­fa­yı, âhi­ret­le­ri­ni en­gel­le­ye­cek zor­luk­la­rı çek­me­me­le­ri için be­ni on­la­ra fe­da ey­le.”

Yi­ne bu bü­yük­ler­den bi­ri­ şöy­le de­miş­tir:

“Be­nim ger­çek ev­lât­la­rım, sû­fî­ler­dir.”

Aca­ba sû­fî kim­dir?

Asıl sû­fî­lik yü­ce Al­lah’a âşık ol­mak ve O’nun yo­lun­da ca­nı kur­ban et­mek­tir. As­lın­da bu pey­gam­ber­le­re has bir sı­fat­tır. İn­şal­lah o is­min ta­şı­yı­cı­sı ola­rak o sı­fa­ta bü­rü­ne­ce­ğiz.

Sû­fî Pey­gam­be­ri­mi­z’in ha­li ah­va­liy­le sı­fat­lan­ma­lı­dır. Bil­di­ği­niz gi­bi ta­ri­kat yol de­mek­tir, şe­ri­at da yol ve hü­küm de­mek­tir. Bi­zim ta­ri­ka­tı­mız, şe­ri­atı­mız Hz. Mu­ham­med’in (s.a.v) yo­lu­dur. Ku­r’an ve Sün­net’­tir. Öy­ley­se, sa­da­ka­ti­miz, dü­rüst­lü­ğü­müz, düz­gün­lü­ğü­müz Ebû Be­kir-i Sıd­dîk’ın sa­da­ka­ti­ne, dü­rüst­lü­ğü­ne ben­ze­me­li­dir.

Ta­sav­vu­fa ve­ri­len mâ­na­lar ara­sın­da bü­tün an­lam­la­rı ken­di­sin­de top­la­yan ta­nı­mın şun­lar ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum:

“Ta­sav­vuf, Pey­gam­ber Efen­di­mi­z’in ah­lâ­kıy­la va­sıf­lan­mak­tır.

Ta­sav­vuf, Pey­gam­ber Efen­di­mi­z’in (s.a.v) şu ha­dis­le­riy­le an­lat­tı­ğı hal­dir:

“Ce­ma­at rah­met­tir, on­dan ay­rı­lık ise azap­tır.” (Ah­med b. Han­bel, el-Müs­ned, 4/278; İbn Ebû Âsım, es-Sün­net, nr. 93; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 5/217; Sü­yû­tî, ed-Dür­rü’l-Men­sûr, 15/491)

“Si­zin ce­ma­at ha­lin­de ol­ma­nız ge­re­kir. Ay­rı­lık­tan tek ba­şı­na kal­mak­tan sa­kı­nın. Şüp­he­siz şey­tan, tek ka­lan­la be­ra­ber­dir.” (Tir­mi­zî, Fi­ten, 7; Ah­med . Hanbel, el-Müs­ned, 1/18; Hâkim, Müs­ted­rek, 1/114; İb­nü’l-Cev­zî, Tel­bî­su İb­lîs, s. 7)

Mâ­nen ga­fil kal­dı­ğı­nız za­man şey­ta­nın hi­le­le­ri, ves­ve­se­le­ri baş­lar. Zâ­hi­ren kar­deş­le­ri­niz­den ay­rıl­dı­ğı­nız za­man mu­hab­be­ti­niz, gü­cü­nüz aza­lır. Çün­kü Gavs-ı Kas­re­vî (k.s) di­yor ki:

“Al­lah’ın mu­hab­be­ti­ni cez­bet­mek, sâ­lih­le­rin yo­lun­da git­mek mu­hab­bet­siz ol­maz.”

Ne ka­dar gay­ret eder­sen et aşk­sız ve mu­hab­bet­siz gay­ret bo­şa­dır. Bir­lik ve be­ra­ber­lik­te aşk, mu­hab­bet mey­ve­le­ri­ni ve­rir. Bir ara­ya ge­li­şi­mi­zin mak­sa­dı bu­dur. Ta­bii ki en ön­ce ni­yet Al­lah rı­zâ­sı ol­ma­lı de­mek ge­re­kir. Haz­re­ti Pey­gam­ber (s.a.v) ni­ye­tin üze­rin­de du­ra­rak, “Bü­tün amel­ler ni­yet­le­re gö­re de­ğer ka­za­nır; her­kes ni­ye­ti­nin kar­şı­lı­ğı­nı gö­rür” bu­yur­muş­tur. (Bu­hârî, İmân, 41; Ebu Da­vud, Ta­lak, 11; Tir­mi­zî, Ci­hâd, 16; Ne­sâî, Ta­hâ­ret, 59). Sâ­dât-ı ki­râm ni­yet ko­nu­su üze­rin­de çok du­ru­yor. Bu ha­dis için İmam Şa­fiî haz­ret­le­ri şöy­le bu­yu­ru­yor:

“İn­san­la­rın bu söz âyet­tir de­me­sin­den çe­kin­di­ğim için bü­tün ki­tap­la­rın ba­şı­na bes­me­le­den son­ra bu ha­di­s-i şe­ri­fi yaz­ma­dım.”

Evet bü­tün amel­ler ni­yet­le­re gö­re­dir. Tıp­kı her işi­mi­ze bes­me­ley­le baş­la­dı­ğı­mız gi­bi, ni­ye­ti­mi­zi de ha­lis tut­ma­lı­yız. Çün­kü Al­lah rı­zâ­sı için ol­ma­yan amel­ler lâ­net­len­miş­tir.

Ni­yet, için­de ya­şa­dı­ğı­mız, dün­ya ha­ya­tı­nı ge­çir­di­ği­miz ev­le­ri­mi­zin te­me­li gi­bi­dir. Te­me­li bo­zuk bir ev­de ya­şa­mak ne de­re­ce teh­li­ke­li ise, Al­lah rı­zâ­sı­nı ni­yet et­me­den gi­riş­ti­ği­miz amel­le­rin de so­nu­cu fe­lâ­ket olur. Eli­miz­de bir şey kal­maz.

Ni­yet Al­lah rı­zâ­sı için ol­duk­tan son­ra amel ger­çek­leş­me­se de se­vap alı­nır. Ni­ye­ti­mi­zin Al­lah rı­za­sı için ol­ma­sı­nı na­sıl sağ­la­rız di­ye bir so­ru ak­la ge­le­cek olur­sa gav­sı­mı­zın bir du­asıy­la ce­vap ver­mek is­te­rim, o sık sık şöy­le dua et­mek­te­dir:

“Yâ mu­kal­li­bel ku­lûb, kal­lib ku­lû­be­nâ ilâ mu­hab­be­ti­ke”

Ma­na­sı: Ey kalp­le­ri is­te­di­ği gi­bi evi­rip çe­vi­ren Al­lah’ım, bi­zim kal­bi­mi­zi mu­hab­be­ti­ne çe­vir.”

Bu du­ay­la Al­lah’a ya­ka­ra­lım.

Biz­ler be­şe­riz, bü­yük­le­rin söy­le­di­ği bir söz var­dır: “İn­san nis­yan ile ma­lül­dür” ya­ni in­san unut­ma has­ta­lı­ğı ile iç içe­dir. Ama unut­ma­nın da bir ni­met ol­du­ğu­nu bil­mek ge­re­kir. Unut­ma ol­ma­say­dı dün­ya bi­zim için ya­şa­nıl­maz olur­du. Geç­miş­te ya­şa­dık­la­rı­mız, yap­tı­ğı­mız yan­lış­la­rı unu­tu­yo­ruz. Yan­lış­tan ib­ret al­mak, ders çı­kar­mak ge­re­kir. Al­lah Te­âlâ ha­ya­tı­mı­zı ida­me et­tir­me­miz için unut­ma has­sa­sı­nı ih­san et­miş. Rab­bü’l-âle­min hiç­bir şe­yi se­bep­siz halk ey­le­me­miş­tir. Fıt­ra­tı­mı­za ha­ta ve unut­kan­lı­ğı koy­ma­sı­nın da hik­met­le­ri var­dır. Ha­ta da unut­kan­lık da in­sa­na öz­gü­dür. Bir­bi­ri­mi­ze kar­şı ha­ta yap­tı­ğı­mız­da te­lâ­fi­si müm­kün­se te­lâ­fi et­me­li­yiz, yok­sa he­lâl­lik di­le­me­li­yiz. Rab­bi­mi­ze kar­şı iş­le­di­ği­miz ha­ta­dan do­la­yı töv­be et­me­li ve on­dan af di­le­me­li­yiz. Töv­be eden­le­re Hz. Re­sû­lul­lah Efen­di­miz (s.a.v) şu müj­de­yi ver­miş­tir:

“Ger­çek­ten gü­nah­la­rın­dan töv­be eden kim­se, hiç gü­nah iş­le­me­miş kim­se gi­bi­dir.” (İbn Mâ­ce, Zühd, 30; Bey­ha­kî, Şu­abü’l-İmân, nr. 7178; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 10/200; Mün­zi­rî, et-Ter­gîb ve’t-Ter­hîb, nr. 4604)

Al­lah va­adi­ni ye­ri­ne ge­ti­ren­dir. Bu yüz­den töv­be­yi ge­cik­tir­me­me­li­dir. Töv­be­yi ki­me kar­şı di­le ge­tir­di­ği­mi­zin de far­kı­na var­mak ge­rek. Töv­be et­ti­ği­miz Rab­bü’l-âle­min bi­ze şah da­ma­rı­mız­dan da­ha ya­kın­dır. O bi­zim her ha­li­mi­zi bi­lir. Ha­şa, onu kan­dır­mak müm­kün de­ğil­dir. Bi­zim va­zi­fe­miz ih­lâs­lı bir şe­kil­de, töv­be-i na­suh ile töv­be et­mek ve o gü­na­ha bir da­ha dön­me­mek­tir. İş­le­di­ği­miz gü­na­hı se­va­ba ve­si­le kıl­ma­lı­yız. Çün­kü töv­be de bir iba­det­tir. Al­lah’ın em­ri­dir. Bu ko­nu­da bir ha­dis ri­va­yet edi­lir.

“Nef­si­mi kud­ret elin­de tu­tan Al­lah’a ye­min ede­rim ki, eğer siz hiç gü­nah iş­le­me­sey­di­niz, Al­lah si­zi yok eder, gü­nah iş­le­di­ğin­de he­men is­tiğ­far eden ve da­ha son­ra ken­di­le­ri­ni af­fet­ti­ği in­san­lar ge­ti­rir­di.”(Müs­lim, Tev­be, 9, 11; Tir­mi­zî, Cen­net, 2; Ah­med b. Han­bel, el-Müs­ned, 1/289, 2/305)

Bu ha­dis töv­be­nin öne­mi­ni çok çar­pı­cı bir şe­kil­de or­ta­ya koy­mak­ta­dır.

Dün­ya im­ti­han­dan iba­ret­tir. Ki­mi­miz sıh­ha­ti­miz­le, ki­mi­miz ai­le­miz­le, ki­mi­miz ço­luk ço­cu­ğu­muz­la, ki­mi­miz var­lık­la, ki­mi­miz yok­luk­la im­ti­han edi­li­yo­ruz. Bun­la­rı na­sıl ta­sar­ruf ede­ce­ği­mi­zi, hak ve hu­ku­ka na­sıl ri­ayet ede­ce­ği­mi­zi Kur’an ve Sün­net be­lir­le­miş­tir. Bi­ze dü­şen Kur’an ve Sün­net’e uya­rak im­ti­ha­nı geç­mek­tir.

Al­lah’ın rah­me­ti her şey­den bü­yük­tür. Bir mi­sal ver­mek ge­re­kir­se şu­nu ak­tar­mak is­te­rim.

Hz. Hü­se­yin efen­di­miz şe­hid edil­di­ği za­man yet­miş ki­şi onun ba­şın­da nö­bet tut­muş, onu çö­le çı­kar­mış­lar­dı. Ye­zîd de­ni­len vah­şi in­sa­na -ki onu lâ­net­le­me­mek ge­rek­ti­ği aki­de­mi­zin en mu­te­ber ki­ta­bı olan Şer­hu’l-Aka­id ad­lı eser­de ya­zı­yor- şe­hid edi­len ev­lâd-ı re­sû­lün ba­şı­nı bir tep­si içe­ri­sin­de sun­muş­lar­dı. Hz. Hü­se­yin efen­di­mi­zin ba­şın­da nö­bet tu­tan yet­miş ki­şi­den sağ ka­lan zat şöy­le nak­le­di­yor:

O ge­ce me­lâ­ike­ler gel­di, pey­gam­ber­ler gel­di, Hz. Pe­ygam­ber’e (s.a.v), ‘Yâ Re­sû­lal­lah, mü­sa­ade et bu kav­mi he­lâk ede­lim, su­ya gar­ke­de­lim, on­lar dağ­la­rın al­tın­da kal­sın’ de­di­ler. Bu­na rağ­men Pey­gam­ber Efen­di­miz, ‘Ha­yır, ben üm­me­ti­mi gör­mek is­ti­yo­rum’ de­di. Bu­na mu­ka­bil Hz. Ha­san efen­di­miz şöy­le di­lek­te bu­lun­du: ‘De­de, ma­dem­ki mü­sa­ade et­mi­yor­sun, ba­ri kar­de­şi­mi su­suz ve aç bı­ra­kıp ken­di­le­ri yi­yip içe­rek onun ba­şın­da nö­bet tu­tan bu in­san­la­rın da ba­şı git­sin hiç ol­maz­sa.’

Bu hi­tap üze­ri­ne rü­ya­yı gö­ren şa­hıs ken­di­si­ni Re­sû­lul­la­h’ın ayak­la­rı al­tı­na atıp af di­le­di­ği­ni, ken­di­si­nin bu azap­tan kur­ta­rıl­ma­sı için yal­var­dı­ğı­nı an­la­tır. O ge­ce nö­bet tu­tan alt­mış do­kuz ki­şi­nin ba­şı­na ev­lâd-ı re­sû­le yap­tık­la­rı­nın ay­nı­sı gel­miş ve baş­la­rı göv­de­le­rin­den ay­rıl­mış bir şe­kil­de bu­lun­muş­lar­dır.

Bu rü­ya­yı gö­ren ve bu ha­li ya­şa­yan ki­şi­nin Rav­za-i Mu­tah­ha­ra’­ya git­me­ye, şe­fa­at di­le­me­ye yü­zü tut­ma­mış. Kâ­be-i Mu­az­za­ma’ya gi­dip rab­bi­ne il­ti­ca et­mek is­te­miş. O ça­re­siz­lik için­de ta­vaf edip, “Yâ rab­bi, sen­den af di­li­yo­rum, fa­kat be­ni af­fe­de­ce­ği­ne de ina­na­mı­yo­rum” der­ken bü­yük zat­lar­dan bi­ri­ onun ha­li­ni gör­müş, kar­şı­sın­da­ki ki­şi­nin gü­na­hı­nı öğ­ren­mek ama­cıy­la de­ğil, ne­den bu ka­dar ümit­siz­lik için­de ol­du­ğu­nu me­rak et­ti­ği için onun ya­nı­na ge­le­rek,

“Ey ha­cı, ha­lin be­ni çok et­ki­le­di, hem bu mü­ba­rek ye­re ge­le­cek ka­dar şu­ur­lu­sun, hem de ümit­siz­lik gös­te­ri­yor­sun. Ne­dir bu hal?” di­ye sor­muş. Adam du­ru­mu­nu an­lat­mak is­te­me­miş, sen ken­di­ne bak der­ce­si­ne onu ken­di ha­li­ne bı­rak­ma­sı­nı söy­le­miş­se de o zat ıs­rar et­miş. Onu ko­lun­dan tu­tup, “Eğer ba­na se­be­bi­ni an­lat­maz­san se­ni bı­rak­ma­ya­ca­ğım” de­miş. Adam ko­nuş­mak is­te­me­yin­ce sor­muş.

“Se­nin gü­na­hın dağ­lar­dan bü­yük mü?”

“Evet bü­yük” ce­va­bı­nı al­mış.

“De­niz­ler­den bü­yük mü?”

“Evet da­ha bü­yük.”

“Arş­tan bü­yük mü?”

“Evet arş­tan da bü­yük.”

“Pe­ki, Al­lah’ın rah­me­tin­den bü­yük mü?”

“Val­la­hi, onun dı­şın­da be­nim iş­le­di­ğim gü­nah her şey­den bü­yük. Fa­kat Al­lah’ın rah­me­ti en bü­yük­tür.”

Ve ger­çe­ği an­lat­mış. Olup bi­te­ni din­le­yen zat ada­mın ko­lu­nu bı­rak­mış ve ya­nın­dan çe­kil­miş. “Ben­den uzak dur, be­ni de ken­din­le be­ra­ber yak­ma” de­miş.

Ama bu­na rağ­men Al­lah’ın af­fı ge­niş, rah­me­ti her şey­den bü­yük­tür. Af­fet­mek de yal­nız onun şa­nın­dan ol­du­ğu­na gö­re, gü­nah ne ka­dar bü­yük olur­sa ol­sun Al­lah’a il­ti­ca et­me­li ve on­dan af di­len­me­li­dir.

Al­lah Te­âlâ in­san­la­ra ne­ye gü­ve­ne­rek gü­nah iş­le­di­ği­ni so­ra­cak. “Yâ rab­bi se­nin rah­me­ti­ne gü­ve­ne­rek iş­le­dik” di­yen­le­ri af­fe­de­ce­ği umu­lur.

Al­lah’ın sev­dik­le­ri­ni sev­mek ge­rek. Eğer Al­lah dost­la­rı­nın sev­gi­li­si olur­sak ev­li­ya­la­ra, en­bi­ya­la­ra, re­sul­le­re ve Pey­gam­be­ri­mi­z’e uza­nan sev­gi yo­lu­na çık­mış olu­ruz. Bu yol­da reh­be­ri­miz Kur’an’dır, ha­dis­tir, mür­şid-i kâ­mil­ler­dir. Bu reh­ber­ler­den ay­rıl­ma­dı­ğı­mız sü­re­ce gü­nah iş­le­sek de yö­nü­mü­zü tek­rar doğ­ru yo­la çe­vi­re­bi­li­riz. Ame­li­mi­ze ve içi­miz­de­ki doğ­ru­luk dü­şün­ce­si­ne gü­ven­me­mek ge­re­kir. Çün­kü hiç­bir amel Al­lah’ın ni­met­le­rin­den bir te­ki­nin bi­le kar­şı­lı­ğı ola­maz. Ba­şı­mı­zı hiç sec­de­den kal­dır­ma­sak bi­le onun ni­met­le­ri­nin hak­kı­nı ver­me­miz müm­kün de­ğil­dir.

Hz. İsâ (a.s) bir âbi­di Fi­lis­tin da­ğın­da iba­det eder­ken gör­müş. Âbid Hz. İsâ’ya, “Ey İsa, bu­lun­du­ğun ye­re bir­kaç ağaç dik, bir­kaç ta­şın ara­sı­nı ça­lı çır­pıy­la ka­pat ki se­ni kı­şın so­ğuk­tan, ya­zın sı­cak­tan ko­ru­sun” de­miş. Hz. İsâ (a.s) ada­ma şöy­le de­miş:

“Bu üç beş gün­lük dün­ya ha­ya­tı için değ­mez. Ömür üç yüz, beş yüz, bi­le­me­din al­tı yüz se­ne­dir; bu­nun için bir yer yap­ma­ya ge­rek yok­tur. Biz­den son­ra bir pey­gam­ber ge­le­cek ki onun adı Ah­med’dir. Onun öm­rü en faz­la alt­mış-yet­miş se­ne ola­cak.”

Bu­nun üze­ri­ne âbid şöy­le de­miş: “Eğer bil­sey­dim öm­rüm bin se­ne sü­re­cek, onu bir sec­de­de bi­tir­mek is­te­rim.”

Biz, öm­rü­mü­zü bir tek sec­de­de bi­ti­re­bil­sek bi­le hiç­bir ni­me­tin hak­kı­nı eda ede­me­yiz. He­le bi­ze ih­san edi­len bu yo­lun, İs­lâm ni­me­ti­nin, ima­nın şük­rü­nü eda ede­bil­mek ne müm­kün­dür.

Ko­nuş­ma­mı­zın şu bö­lü­mün­de Gavs-ı Kas­re­vî Sey­yid Ab­dül­ha­kim Hü­sey­nî haz­ret­le­ri­nin (k.s) te­vec­cüh­te söy­le­di­ği ba­zı şi­ir­le­ri mâ­na ola­rak si­zin­le pay­laş­mak is­ti­yo­rum.

“İlâ­hî, bi­zi kur­tar se­nin mu­ra­dı­na ay­kı­rı iş­ler­den.

On­la­rın bi­zi meş­gul et­me­si­ne izin ver­me.

Eş­ya­nın ha­ki­ka­ti ney­se gös­ter göz­le­ri­mi­ze.

Ya­ni dün­ya­yı an­la­şı­lır kıl bi­ze.

Sev­gi ne­dir, ne­ye ol­ma­lı­dır, as­lı ne­dir âşi­na ey­le fik­ri­mi­ze.

Çün­kü her şe­yin ha­ki­ki­si­ni gör­mek Al­lah’ı bul­ma­ya yar­dım­cı olur.

Dün­ya­nın fâ­ni ol­du­ğu­nu bi­len bâ­ki ola­nı dü­şü­nür,

İn­san­la­rın mah­kum ol­du­ğu­nu bi­len, hâ­ki­mi dü­şü­nür.

İlâ­hî, biz­le­re hak­kı hak ola­rak gös­te­rip ona uy­ma­yı,

bâ­tı­lı bâ­tıl ola­rak gös­te­rip on­dan kaç­ma­yı na­sip ey­le.”

He­pi­ni­zin duy­du­ğu bir ha­dis-i şe­rif var­dır. Al­lah Re­sû­lü (s.a.v),

“Öl­me­den ön­ce ölü­nüz” bu­yu­ru­yor. (Bey­rû­tî, Es­na’l-Me­tâ­lib, nr. 1542; İbn To­lun, eş-Şez­re, nr. 1041; Se­hâ­vî, el-Maka­sid, nr. 1213; Ac­lû­nî, Keş­fü’l-Ha­fâ, nr. 5668). Bu söz­den mu­rat edi­len mâ­na öl­me­den ön­ce nef­si­ni­zi mu­ha­se­be­ye çe­kin ol­ma­lı.

Bir Kürt­çe şi­ir­de şöy­le söy­le­ni­yor:

“Eğer akıl­lı isen sa­va­şa gel,

Bu sa­vaş nef­sin­le yap­tı­ğın sa­vaş­tır.

Nef­si­ne söy­le ne za­ma­na ka­dar gök­ku­şa­ğı­nın renk­le­riy­le,

Ço­cuk­la­rın oyu­nuy­la, mal mülk­le oya­la­na­cak ve se­ni meş­gul ede­cek.

İh­ti­yar ol­du­ğu­nun far­kı­na var ve uyan ar­tık.

Uzun ve ebe­dî yol­cu­lu­ğa çık­ma­dan ön­ce ken­di­ne azık ha­zır­la,

Çar­şı pa­zar açık­ken ge­rek­li her şe­yi te­da­rik et.”

Bir baş­ka Fars­ça şi­ir şu mâ­na­da­dır:

“İh­ti­yar gön­lüm, eğer akıl­lı ve bil­gi­li isen dün­ya ile ar­ka­daş­lık kur­ma.

Çün­kü o ve­fa­lı bir ar­ka­daş de­ğil­dir.

Se­nin­le ya­şa­dı­ğın sü­re­ce ya­ren­lik eder,

Sof­ra ve eğ­len­ce­de ya­nın­dan ay­rıl­maz

Fa­kat kab­rin ba­şın­da se­ni yal­nız bı­ra­kıp dö­ner.

Fır­sat gel­di­ği za­man müh­let ver­mek ha­ram­dır.”

Fır­sat dün­ya­ya ge­li­şi­miz­dir.

Fır­sat iman­la şe­ref­le­ni­şi­miz­dir.

Fır­sat, sev­gi­li Pey­gam­be­ri­mi­z’e (s.a.v) üm­met olu­şu­muz­dur.

Fır­sat, sâ­dâ­ta ev­lât ol­ma­mız­dır.

Fır­sat, ha­ki­ki reh­be­rin ete­ğin­den tut­ma­mız­dır.

Şi­ir şöy­le de­vam edi­yor:

“Ar­tık müh­let ha­ram­dır.

Bir an ön­ce fır­sa­tı de­ğer­len­di­rip kur­tar ken­di­ni.

Ben­de Nuh’un öm­rü yok,

Aşk şa­ra­bı­nı is­te­mek­te ace­le edi­şim o yüz­den.

Al­lah’ın mu­hab­be­ti­ne gar­ko­lup fe­nâ bul­mak iş­ti­ya­kıy­la yan­mam bu yüz­den.

Âşı­ğın gü­zer­gâ­hı sâ­kî­nin aşk şa­ra­bı sun­du­ğu mey­ha­ne­ler­dir.

O me­kâ­na doğ­ru av­det et­me­nin en gü­zel za­ma­nı da se­her vak­ti­dir.”

Dok­tor­la­rın bil­di­ği tıb­bî bir ger­çek var­dır; has­ta­lar sa­ba­ha kar­şı ru­hî bir ra­hat­lık his­se­der­ler. Bu ilâ­hî bir ra­hat­lık his­si­dir. Yu­ka­rı­da mâ­na­sı­nı ver­di­ğim şi­ir­de de se­her vak­ti­ne vur­gu ya­pı­lı­yor. Se­her vak­ti iba­det vak­ti­dir, şi­ir­de mey­ha­ne de­ni­len yer de iba­det­ha­ne­dir.

Ha­dis-i şe­rif­te,

“İn­san­la­rın en ha­yır­lı­sı, in­san­la­ra en çok fay­da­sı do­ku­nan­dır” buy­ru­lur. (Ebû Ya‘lâ, el-Müs­ned, 6/65; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 8/191; Bey­ha­kî, Şu­abu’l-İmân, nr. 7658; Su­yû­tî, Câ­miu’s-Sagîr, nr. 4044)

İş­te bu­ra­da hiz­me­tin öne­mi or­ta­ya çı­kı­yor. Al­lah’ın, üze­rin­de ya­şa­ma­mı­zı tak­dir bu­yur­du­ğu bu top­rak­lar için, dev­let ni­me­ti için şük­ret­mek ge­re­kir.

Tür­ki­ye top­rak­la­rı­nı sev­mek ve dev­le­te des­tek ver­mek ak­lın ge­re­ği­dir. Bi­ri­le­ri kal­kıp dev­le­ti tah­kir edi­ci söz­ler söy­lü­yor­sa ken­di ca­hil­lik­le­ri­ni ya da kö­tü ni­yet­le­ri­ni or­ta­ya ko­yu­yor­lar de­mek­tir. On beş İs­lâm ül­ke­si, bir o ka­dar da gay­ri müs­lim ül­ke gez­dim. Hem di­nî ya­şa­yış, hem coğ­ra­fî gü­zel­lik, hem iti­kad doğ­ru­lu­ğu ko­nu­sun­da hiç­bir ko­nu­da be­nim mem­le­ke­tim­le kı­yas­la­na­cak ül­ke gör­me­dim.

Hi­caz top­rak­la­rı­nın mu­kad­des­li­ği tar­tı­şıl­maz. Bu­nun dı­şın­da hiç­bir mem­le­ket bi­zim mem­le­ke­ti­miz ka­dar ay­rı­ca­lık­lı de­ğil­dir. Ek­sik­lik­ler ol­du­ğu söy­le­ni­len di­nî ya­şan­tı da di­ğer İs­lâm ül­ke­le­riy­le kı­yas­lan­dı­ğın­da ak­la en uy­gun, en olum­lu şek­liy­le bi­zim mem­le­ke­ti­miz­de­ ya­şan­mak­ta­dır. İn­sa­nın ol­du­ğu her yer­de ta­bii ki is­tis­mar var. Ka­nun­la­rı­mız­da ya­hut uy­gu­la­ma­da ek­sik­lik­ler, ha­ta­lar ola­bi­lir.

Bi­lin­me­li­dir ki her tür­lü ek­sik­lik­ten mü­nez­zeh olan sa­de­ce Al­lah’tır. Bi­zim mem­le­ke­ti­miz­de ka­nu­nu ya­pan biz­le­riz, bi­zim tem­sil­ci­le­ri­miz­dir. Do­la­yı­sıy­la ek­sik­lik var­dır, ha­ta var­dır, su­is­ti­mal ola­bi­lir.

Al­lah Te­âlâ,

“Eğer şük­re­der­se­niz el­bet­te si­ze (ni­me­ti­mi) ar­tı­ra­ca­ğım ve eğer nan­kör­lük eder­se­niz hiç şüp­he­siz aza­bım çok şid­det­li­dir”(İb­ra­him 14/7) bu­yu­ru­yor.

Bu ne­den­le bu va­tan top­ra­ğın­da bir­lik ve dir­lik ha­lin­de ya­şı­yor ol­mak­tan do­la­yı şü­kret­mek ge­re­kir. Bu ni­me­tin ek­sik­li­ği­ni gör­mek çok acı ola­cak­tır. Şük­rü­mü­zü mem­le­ke­ti­mi­ze, va­ta­nı­mı­za, dev­le­ti­mi­ze, mil­le­ti­mi­ze hiz­met ile ye­ri­ne ge­tir­mek ge­re­kir. Bu şe­kil­de hiz­met ala­nı­mı­zı ge­niş­let­me­miz lâ­zım­dır. Hiz­met­te in­san ve mil­let ayı­rı­mı ya­pıl­maz. Hiz­met, has­ta­la­rı te­da­vi eden, du­ru­ma gö­re ilâç su­nan bir has­ta­ha­ne gi­bi­dir; has­ta­ha­ne­ye kim ge­lir­se, ona hiz­met edi­lir, ge­rek­li ilâ­cı ve­ri­lir, has­ta­nın zah­me­ti çe­ki­lir, has­ta iyi­le­şin­ce, her­kes se­vi­nir. Bu an­la­yış biz­le­ri yu­ka­rı­da bah­set­ti­ğim ha­di­si şe­rif­te bil­di­ri­len “in­san­la­rın en ha­yır­lı­sı ol­ma” müj­de­si­ne ulaş­tı­rır.

Mem­le­ke­te hiz­me­tin par­tiy­le, par­ti­ci­lik­le, si­ya­set­le il­gi­si yok­tur. O ba­kım­dan mem­le­ke­te hiz­met et­mek için par­ti­ci­lik yap­mak mut­lak amaç ol­ma­ma­lı, par­ti he­def­len­me­me­li­dir. Ama mem­le­ke­ti­mi­ze hiz­met ede­ce­ği­ni dü­şün­dü­ğü­müz in­san­la­ra yar­dım­cı ol­mak da boy­nu­mu­zun bor­cu­dur. İçer­de hal­kın bir­lik be­ra­ber­li­ği için ça­lı­şı­yor, ba­rış ve hu­zur için uğ­ra­şı­yor, hür ve mü­ref­feh bir hal­de ya­şa­ma­mı­zı sağ­lı­yor­sa, dı­şa­rı­da ül­ke­mi­zin çı­kar­la­rı­nı sa­vu­nu­yor, bi­zi hay­si­yet­li bir şe­kil­de tem­sil edi­yor­sa va­tan­daş­lık gö­re­vi­mi­zi ye­ri­ne ge­tir­mek­te has­sas dav­ra­na­rak oy kul­lan­ma­mız ve o in­san­la­ra du­amız­la des­tek ver­me­miz ge­re­kir. Bu­nun dı­şın­da po­li­ti­ka ke­li­me­si ben­de hoş an­lam­lar çağ­rış­tır­mı­yor.

İyi bir ge­le­cek için geç­mi­şi iyi bil­mek ve olay­lar­dan ders al­mak ge­re­kir. Biz unut­kan ta­bi­at­lı­yız. Kul­lu­ğu­mu­zu, dün­ya­ya ne için gel­di­ği­mi­zi unu­tu­yo­ruz ba­zan. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v),

“Al­lah’a töv­be edi­niz. Şüp­he­siz ben, gün­de yüz de­fa Al­lah’a töv­be edi­yo­rum” bu­yu­ru­yor. (Bu­ha­rî, Daavât, 3; Ede­bü’l-Müf­red, nr. 621; Müs­lim, Zikir, 42; Ah­med b. Han­bel, el-Müs­ned, 4/211, 260)

Bu ha­dis­te­ki mak­sat ne­dir di­ye dü­şü­nür­sek ga­ye­nin Al­lah’ı an­mak, O’na kul ol­du­ğu­mu­zu ha­tır­la­mak ol­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Yok­sa pey­gam­ber­den gü­nah sa­dır ol­maz, ha­ta sa­dır ol­maz. İş­te bu se­bep­le geç­mi­şi iyi de­ğer­len­di­rip ge­le­ce­ğe ha­zır­lan­mak icap eder.

Bu es­na­da da bir­lik be­ra­ber­lik için­de ol­ma­nın ne de­re­ce önem­li ol­du­ğu­nu ha­tır­lat­mak is­te­rim.

Si­vil top­lum ku­ru­luş­la­rı ça­tı­sı al­tın­da bir ara­ya gel­mek, ha­yır amaç­lı, da­ya­nış­ma amaç­lı top­lan­mak ge­rek­mek­te­dir. Mem­le­ke­te hiz­met bu şe­kil­de olur. Ben âci­za­ne bü­tün var­lı­ğım­la bu tarz bü­tün ça­lış­ma­la­rın des­tek­çi­si ol­du­ğu­mu bil­dir­mek is­te­rim.

Bu hiz­met­le­rin önün­de ol­mak, ön­cü­sü ol­mak üs­tün­lük ve­si­le­si de­ğil­dir. Âyet-i ke­ri­me­de,

“Al­lah ya­nın­da en de­ğer­li ola­nı­nız O’na kar­şı en tak­vâ­lı ola­nı­nız­dır” (Hu­cu­rât 49/13) buy­ru­lu­yor.

Tak­vâ Al­lah’tan kork­mak, O’nu sev­mek, O’na lâ­yı­kıy­la kul­luk yap­mak için gay­ret gös­ter­mek­le olur. Bir şe­kil­de bu hiz­met­le­rin ucun­dan tu­tu­yor­sa­nız gül bah­çe­si­nin için­de­si­niz de­mek­tir. Ni­ye­ti­niz Al­lah rı­zâ­sı ol­du­ğu, ben­lik ol­ma­dı­ğı, “İn­san­la­rın en ha­yır­lı­sı in­san­la­ra en çok fay­da­sı do­ku­nan­dır” öl­çü­sü­nü bi­lip hiz­met et­ti­ği­niz müd­det­çe ya­pı­lan ha­yır­lar­dan his­se alır­sı­nız.

Biz­ler dün­ya­ya gel­mek su­re­tiy­le bu ema­ne­ti yük­len­dik. Ka­lu be­lâ gü­nü ya­ra­ta­nı­mı­za kul­luk et­me­yi va­ad et­tik. Hiz­me­ti­miz­le, iba­de­ti­miz­le gay­ret gös­te­re­ce­ğiz. Gü­cü­müz ka­dar ça­lı­şa­ca­ğız ve için­de ola­ca­ğız in­şal­lah.

Bu du­ru­mu an­la­tan şöy­le bir kıs­sa var­dır:

Dik bir yo­ku­şu aş­ma­ya ça­lı­şan yor­gun ve ter­li kap­lum­ba­ğa­ya ne­re­ye git­ti­ği­ni sor­muş­lar, o da, “Hac­ca gi­di­yo­rum” ce­va­bı­nı ver­miş. “Sen bu yük­le, bu ya­vaş­lık­la, bu ağır­lık­la mı hac­ca gi­de­cek­sin? Bu çok zor bir yol­cu­luk” de­miş­ler. Kap­lum­ba­ğa, “Ol­sun, o yol­da öl­mek de gü­zel!” de­miş.

Hiz­met yo­lun­da ol­mak ge­rek. İl­la ne­ti­ce al­mak şart de­ğil­dir. Ni­ye­ti­miz ve gay­re­ti­miz önem­li­dir. Bi­zim işi­miz ne ce­ma­at­çi­lik­tir ne ta­ri­kat­çı­lık­tır. Bi­zim işi­miz sû­fî­lik­tir, bu da yo­lu cen­ne­te çı­kan Pey­gam­be­ri­mi­z’e (s.a.v) uy­ma, ben­ze­me ve onun gi­bi ya­şa­ma ça­ba­sı­dır. Biz­ler İs­lâm di­ni­ni ken­di ak­lı­na, key­fi­ne ve men­fa­ati­ne uy­du­ran­lar­dan de­ğil, İs­lâm di­ni­ne sa­mi­mi ola­rak uyan­lar­dan ve onun ter­bi­ye­sin­den is­ti­fa­de eden­ler­den ol­mak için ça­lış­ma­lı­yız. Biz­den ön­ce­ki ec­da­dı­mı­zın, âlim­le­rin, sa­lih­le­rin ve sâ­dât­la­rın yo­lu buy­du.

Bu yol­da mu­vaf­fak ol­ma­mız için dua edin.

Al­lah Te­âlâ yü­zü­nüz­den te­bes­sü­mü, yü­re­ği­niz­den ih­lâ­sı ek­sik et­me­sin.

Al­lah’a ema­net olun.

(Bu yazı, S. Muhammed Sa­ki Erol’un 2004 yılında İne­göl Oy­lat’ta Se­mer­kand il tem­sil­ci­le­ri top­lan­tı­sın­da yap­mış ol­du­ğu soh­bet­lerden derlenmiştir.)





YORUMLAR

  1. Allah razı olsun Rabbim layık olmayı nasip etsin tüm kardeşlerimizin gönlüne Allahım muhabbet ve hidayet ihsan etsin. amin

  2. allah razı olsun

  3. Allah razi olsun Seyidimizden ve sofilerden. Uzun bir yazı ama hemen okuyuverdik.

  4. Allahü Teala razı olsun.Elhamdülillah bu gemiye binmek nasip oldu.Selam,saygı ve dua ile..

  5. çok hoş bir bilgi rabbim cümlemizi bu yoldan ayırmasın

Yorum yapın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir