Hayat Dengemiz – Yolumuzun Aslı ve Hedefi
Yüce Allah’a sonsuz hamd ve senâ olsun.
O’nun eşsiz habibine en güzeliyle salât ve selâmlar olsun.
Hepiniz hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Allah Teâlâ attığınız her adıma ve harcadığınız zamanın her anına karşılık sizleri zengin hazinesinden dilediği ölçüde mükâfatlandırsın. Biz onun mükâfatının ölçüsünü aklımızla bilemeyiz. Bu nedenle dilediği ölçüde demek ihtiyacı duydum. Lütuf ve cömertlik O’nun şanındandır.
Bizler öyle bir peygamberin ümmetiyiz ki, Rabbü’lâlemin, onun hakkında,
“Resûlüm, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”(Enbiyâ 21/107) buyurmuştur.
Yine onun hakkında,
“Sen olmasaydın (ya Muhammed) felekleri yaratmazdım”buyrulmuştur. (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr. 2121; Şevkânî, el-Fevâidü’l-Mecmua, nr. 1012)
Bizler, yüz yirmi dört bin peygamber, bütün evliyalar, insanlar ve mahlûkat onun hatırı ve onunla öğretilen hakikati anlamak için yaratılmıştır. Biz onun ümmeti olarak onun yolunda yürürken eziyet çektiysek, sıkıntıya duçar olduysak bununla iftihar etmemiz lâzımdır. Çektiğimiz sıkıntılar, uğraşlarımız, çabalarımız bizi bir oğulun babasına benzeyişi gibi Peygamberimiz’e benzetiyorsa ne mutlu bizlere.
Allah Teâlâ,
“Hayırlı âkıbet gerçek müttakilerindir” (Hûd 11/49) buyuruyor.
Allah Teâlâ dilediği kişiyi aziz eder, dilediğini zelil eder. Bizlere zillet yolunu da azizlik yolunu da O göstermiştir. O bizleri ahseni takvim üzere yani en güzel şekilde yaratmış; akıl vermiş, ilim vermiştir. Verdiği ilim Cebrâil (a.s) vasıtasıyla Hz. Muhammed’e (s.a.v) gönderilen Kurân-ı Mübîn’dir.
Tabii ki Kur’an bir deryadır. Uygulamasının nasıl olacağını sevgili Peygamberimiz’in hayatıyla ortaya koymuştur. O hayatıyla, sözleriyle Kurân-ı Kerîm’i tefsir etmiştir. Bizler bize verdiği akıl nimetinden, yaratılıştan ihsan ettiği güzelliklerden, sevgili Peygamberimiz’e ümmet olma ayrıcalığını lutfettiğinden dolayı Allah’a şükrediyoruz. O şükrü edaya çalışmak gerekir. Çünkü cümle mahlûkat Allah Teâlâ’nın zikriyle meşguldür. Peygamberimiz’e ümmet olmak en büyük nimettir.
O öyle bir peygamberdir ki, ümmetine o derece düşkündür ki, mahşer gününde peygamberler “nefsi nefsi!” diyerek Allah’a iltica ederken o ümmeti için Allah’a yakaracaktır. O kutlu peygamberi anmak için kullandığımız ulu kelimesi bile onun büyüklüğünü ifadeden âcizdir.
Onun ardından kendimize Peygamber’in (s.a.v) yaranı, dostu ve en sadık ümmetini Ebû Bekir-i Sıddîk efendimizi örnek alıyoruz. O bir an bile küfürde kalmamıştır. İslâm’ı, hak daveti duyar duymaz iman etmiştir. Yolumuz onun yolu olmalıdır. Yolumuz onun samimiyeti olmalıdır. Sadakatinden dolayı Rabbü’lâlemin onu kitabında methedip övmüştür.
Onun öyle bir sadakati vardı ki mi‘rac olayını kendisine anlatanlara, “Bunu Hz. Muhammed söylemişse doğrudur” diye hiç şüphe etmeden ve daha olayı Peygamber Efendimiz’den (s.a.v) bile bizzat dinlemeden tasdik etmiştir. Tek kayıt koymuştur: Eğer o söylüyorsa doğrudur.
Böyle bir örnek insanın yolunda, izinde ilerlemeye çalışmalıyız. O, Hz. Resûlullah’a (s.a.v) öyle âşıktı ki, o üzülmesin diye ümmet için, kendini ateşe atmaya hazırlanmış ve yüce Allah’tan şu dilekte bulunmuştur:
“Yâ rab, ümmet-i Muhammed yerine beni ateşe at ve benim vücudumu öyle büyüt ki cehennemde bir tek Muhammed ümmetine yer kalmasın, hepsi için ben yanayım.”
Bizim yolumuz işte bu yoldur. Buna Sıddîkiyye yolu ve meşrebi denir. Peygamber emaneti bu yolla ulemânın, evliyanın, asfiyanın, âriflerin elleriyle bugüne ulaştırılmış ve kendimize rehber aldığımız gavsımıza teslim edilmiştir.
Bu yolun rehberi mürşidlerimizden birinin şöyle söylediğini işittim:
“Yâ rabbi, beni ümmetine feda eyle. Bu dünyada onlara gelecek eziyet ve cefayı, âhiretlerini engelleyecek zorlukları çekmemeleri için beni onlara feda eyle.”
Yine bu büyüklerden biri şöyle demiştir:
“Benim gerçek evlâtlarım, sûfîlerdir.”
Acaba sûfî kimdir?
Asıl sûfîlik yüce Allah’a âşık olmak ve O’nun yolunda canı kurban etmektir. Aslında bu peygamberlere has bir sıfattır. İnşallah o ismin taşıyıcısı olarak o sıfata bürüneceğiz.
Sûfî Peygamberimiz’in hali ahvaliyle sıfatlanmalıdır. Bildiğiniz gibi tarikat yol demektir, şeriat da yol ve hüküm demektir. Bizim tarikatımız, şeriatımız Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoludur. Kur’an ve Sünnet’tir. Öyleyse, sadakatimiz, dürüstlüğümüz, düzgünlüğümüz Ebû Bekir-i Sıddîk’ın sadakatine, dürüstlüğüne benzemelidir.
Tasavvufa verilen mânalar arasında bütün anlamları kendisinde toplayan tanımın şunlar olduğunu düşünüyorum:
“Tasavvuf, Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla vasıflanmaktır.
Tasavvuf, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şu hadisleriyle anlattığı haldir:
“Cemaat rahmettir, ondan ayrılık ise azaptır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/278; İbn Ebû Âsım, es-Sünnet, nr. 93; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 5/217; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 15/491)
“Sizin cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıktan tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan, tek kalanla beraberdir.” (Tirmizî, Fiten, 7; Ahmed . Hanbel, el-Müsned, 1/18; Hâkim, Müstedrek, 1/114; İbnü’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, s. 7)
Mânen gafil kaldığınız zaman şeytanın hileleri, vesveseleri başlar. Zâhiren kardeşlerinizden ayrıldığınız zaman muhabbetiniz, gücünüz azalır. Çünkü Gavs-ı Kasrevî (k.s) diyor ki:
“Allah’ın muhabbetini cezbetmek, sâlihlerin yolunda gitmek muhabbetsiz olmaz.”
Ne kadar gayret edersen et aşksız ve muhabbetsiz gayret boşadır. Birlik ve beraberlikte aşk, muhabbet meyvelerini verir. Bir araya gelişimizin maksadı budur. Tabii ki en önce niyet Allah rızâsı olmalı demek gerekir. Hazreti Peygamber (s.a.v) niyetin üzerinde durarak, “Bütün ameller niyetlere göre değer kazanır; herkes niyetinin karşılığını görür” buyurmuştur. (Buhârî, İmân, 41; Ebu Davud, Talak, 11; Tirmizî, Cihâd, 16; Nesâî, Tahâret, 59). Sâdât-ı kirâm niyet konusu üzerinde çok duruyor. Bu hadis için İmam Şafiî hazretleri şöyle buyuruyor:
“İnsanların bu söz âyettir demesinden çekindiğim için bütün kitapların başına besmeleden sonra bu hadis-i şerifi yazmadım.”
Evet bütün ameller niyetlere göredir. Tıpkı her işimize besmeleyle başladığımız gibi, niyetimizi de halis tutmalıyız. Çünkü Allah rızâsı için olmayan ameller lânetlenmiştir.
Niyet, içinde yaşadığımız, dünya hayatını geçirdiğimiz evlerimizin temeli gibidir. Temeli bozuk bir evde yaşamak ne derece tehlikeli ise, Allah rızâsını niyet etmeden giriştiğimiz amellerin de sonucu felâket olur. Elimizde bir şey kalmaz.
Niyet Allah rızâsı için olduktan sonra amel gerçekleşmese de sevap alınır. Niyetimizin Allah rızası için olmasını nasıl sağlarız diye bir soru akla gelecek olursa gavsımızın bir duasıyla cevap vermek isterim, o sık sık şöyle dua etmektedir:
“Yâ mukallibel kulûb, kallib kulûbenâ ilâ muhabbetike”
Manası: Ey kalpleri istediği gibi evirip çeviren Allah’ım, bizim kalbimizi muhabbetine çevir.”
Bu duayla Allah’a yakaralım.
Bizler beşeriz, büyüklerin söylediği bir söz vardır: “İnsan nisyan ile malüldür” yani insan unutma hastalığı ile iç içedir. Ama unutmanın da bir nimet olduğunu bilmek gerekir. Unutma olmasaydı dünya bizim için yaşanılmaz olurdu. Geçmişte yaşadıklarımız, yaptığımız yanlışları unutuyoruz. Yanlıştan ibret almak, ders çıkarmak gerekir. Allah Teâlâ hayatımızı idame ettirmemiz için unutma hassasını ihsan etmiş. Rabbü’l-âlemin hiçbir şeyi sebepsiz halk eylememiştir. Fıtratımıza hata ve unutkanlığı koymasının da hikmetleri vardır. Hata da unutkanlık da insana özgüdür. Birbirimize karşı hata yaptığımızda telâfisi mümkünse telâfi etmeliyiz, yoksa helâllik dilemeliyiz. Rabbimize karşı işlediğimiz hatadan dolayı tövbe etmeli ve ondan af dilemeliyiz. Tövbe edenlere Hz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şu müjdeyi vermiştir:
“Gerçekten günahlarından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş kimse gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7178; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 10/200; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 4604)
Allah vaadini yerine getirendir. Bu yüzden tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbeyi kime karşı dile getirdiğimizin de farkına varmak gerek. Tövbe ettiğimiz Rabbü’l-âlemin bize şah damarımızdan daha yakındır. O bizim her halimizi bilir. Haşa, onu kandırmak mümkün değildir. Bizim vazifemiz ihlâslı bir şekilde, tövbe-i nasuh ile tövbe etmek ve o günaha bir daha dönmemektir. İşlediğimiz günahı sevaba vesile kılmalıyız. Çünkü tövbe de bir ibadettir. Allah’ın emridir. Bu konuda bir hadis rivayet edilir.
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, günah işlediğinde hemen istiğfar eden ve daha sonra kendilerini affettiği insanlar getirirdi.”(Müslim, Tevbe, 9, 11; Tirmizî, Cennet, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/289, 2/305)
Bu hadis tövbenin önemini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dünya imtihandan ibarettir. Kimimiz sıhhatimizle, kimimiz ailemizle, kimimiz çoluk çocuğumuzla, kimimiz varlıkla, kimimiz yoklukla imtihan ediliyoruz. Bunları nasıl tasarruf edeceğimizi, hak ve hukuka nasıl riayet edeceğimizi Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. Bize düşen Kur’an ve Sünnet’e uyarak imtihanı geçmektir.
Allah’ın rahmeti her şeyden büyüktür. Bir misal vermek gerekirse şunu aktarmak isterim.
Hz. Hüseyin efendimiz şehid edildiği zaman yetmiş kişi onun başında nöbet tutmuş, onu çöle çıkarmışlardı. Yezîd denilen vahşi insana -ki onu lânetlememek gerektiği akidemizin en muteber kitabı olan Şerhu’l-Akaid adlı eserde yazıyor- şehid edilen evlâd-ı resûlün başını bir tepsi içerisinde sunmuşlardı. Hz. Hüseyin efendimizin başında nöbet tutan yetmiş kişiden sağ kalan zat şöyle naklediyor:
O gece melâikeler geldi, peygamberler geldi, Hz. Peygamber’e (s.a.v), ‘Yâ Resûlallah, müsaade et bu kavmi helâk edelim, suya garkedelim, onlar dağların altında kalsın’ dediler. Buna rağmen Peygamber Efendimiz, ‘Hayır, ben ümmetimi görmek istiyorum’ dedi. Buna mukabil Hz. Hasan efendimiz şöyle dilekte bulundu: ‘Dede, mademki müsaade etmiyorsun, bari kardeşimi susuz ve aç bırakıp kendileri yiyip içerek onun başında nöbet tutan bu insanların da başı gitsin hiç olmazsa.’
Bu hitap üzerine rüyayı gören şahıs kendisini Resûlullah’ın ayakları altına atıp af dilediğini, kendisinin bu azaptan kurtarılması için yalvardığını anlatır. O gece nöbet tutan altmış dokuz kişinin başına evlâd-ı resûle yaptıklarının aynısı gelmiş ve başları gövdelerinden ayrılmış bir şekilde bulunmuşlardır.
Bu rüyayı gören ve bu hali yaşayan kişinin Ravza-i Mutahhara’ya gitmeye, şefaat dilemeye yüzü tutmamış. Kâbe-i Muazzama’ya gidip rabbine iltica etmek istemiş. O çaresizlik içinde tavaf edip, “Yâ rabbi, senden af diliyorum, fakat beni affedeceğine de inanamıyorum” derken büyük zatlardan biri onun halini görmüş, karşısındaki kişinin günahını öğrenmek amacıyla değil, neden bu kadar ümitsizlik içinde olduğunu merak ettiği için onun yanına gelerek,
“Ey hacı, halin beni çok etkiledi, hem bu mübarek yere gelecek kadar şuurlusun, hem de ümitsizlik gösteriyorsun. Nedir bu hal?” diye sormuş. Adam durumunu anlatmak istememiş, sen kendine bak dercesine onu kendi haline bırakmasını söylemişse de o zat ısrar etmiş. Onu kolundan tutup, “Eğer bana sebebini anlatmazsan seni bırakmayacağım” demiş. Adam konuşmak istemeyince sormuş.
“Senin günahın dağlardan büyük mü?”
“Evet büyük” cevabını almış.
“Denizlerden büyük mü?”
“Evet daha büyük.”
“Arştan büyük mü?”
“Evet arştan da büyük.”
“Peki, Allah’ın rahmetinden büyük mü?”
“Vallahi, onun dışında benim işlediğim günah her şeyden büyük. Fakat Allah’ın rahmeti en büyüktür.”
Ve gerçeği anlatmış. Olup biteni dinleyen zat adamın kolunu bırakmış ve yanından çekilmiş. “Benden uzak dur, beni de kendinle beraber yakma” demiş.
Ama buna rağmen Allah’ın affı geniş, rahmeti her şeyden büyüktür. Affetmek de yalnız onun şanından olduğuna göre, günah ne kadar büyük olursa olsun Allah’a iltica etmeli ve ondan af dilenmelidir.
Allah Teâlâ insanlara neye güvenerek günah işlediğini soracak. “Yâ rabbi senin rahmetine güvenerek işledik” diyenleri affedeceği umulur.
Allah’ın sevdiklerini sevmek gerek. Eğer Allah dostlarının sevgilisi olursak evliyalara, enbiyalara, resullere ve Peygamberimiz’e uzanan sevgi yoluna çıkmış oluruz. Bu yolda rehberimiz Kur’an’dır, hadistir, mürşid-i kâmillerdir. Bu rehberlerden ayrılmadığımız sürece günah işlesek de yönümüzü tekrar doğru yola çevirebiliriz. Amelimize ve içimizdeki doğruluk düşüncesine güvenmemek gerekir. Çünkü hiçbir amel Allah’ın nimetlerinden bir tekinin bile karşılığı olamaz. Başımızı hiç secdeden kaldırmasak bile onun nimetlerinin hakkını vermemiz mümkün değildir.
Hz. İsâ (a.s) bir âbidi Filistin dağında ibadet ederken görmüş. Âbid Hz. İsâ’ya, “Ey İsa, bulunduğun yere birkaç ağaç dik, birkaç taşın arasını çalı çırpıyla kapat ki seni kışın soğuktan, yazın sıcaktan korusun” demiş. Hz. İsâ (a.s) adama şöyle demiş:
“Bu üç beş günlük dünya hayatı için değmez. Ömür üç yüz, beş yüz, bilemedin altı yüz senedir; bunun için bir yer yapmaya gerek yoktur. Bizden sonra bir peygamber gelecek ki onun adı Ahmed’dir. Onun ömrü en fazla altmış-yetmiş sene olacak.”
Bunun üzerine âbid şöyle demiş: “Eğer bilseydim ömrüm bin sene sürecek, onu bir secdede bitirmek isterim.”
Biz, ömrümüzü bir tek secdede bitirebilsek bile hiçbir nimetin hakkını eda edemeyiz. Hele bize ihsan edilen bu yolun, İslâm nimetinin, imanın şükrünü eda edebilmek ne mümkündür.
Konuşmamızın şu bölümünde Gavs-ı Kasrevî Seyyid Abdülhakim Hüseynî hazretlerinin (k.s) teveccühte söylediği bazı şiirleri mâna olarak sizinle paylaşmak istiyorum.
“İlâhî, bizi kurtar senin muradına aykırı işlerden.
Onların bizi meşgul etmesine izin verme.
Eşyanın hakikati neyse göster gözlerimize.
Yani dünyayı anlaşılır kıl bize.
Sevgi nedir, neye olmalıdır, aslı nedir âşina eyle fikrimize.
Çünkü her şeyin hakikisini görmek Allah’ı bulmaya yardımcı olur.
Dünyanın fâni olduğunu bilen bâki olanı düşünür,
İnsanların mahkum olduğunu bilen, hâkimi düşünür.
İlâhî, bizlere hakkı hak olarak gösterip ona uymayı,
bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan kaçmayı nasip eyle.”
Hepinizin duyduğu bir hadis-i şerif vardır. Allah Resûlü (s.a.v),
“Ölmeden önce ölünüz” buyuruyor. (Beyrûtî, Esna’l-Metâlib, nr. 1542; İbn Tolun, eş-Şezre, nr. 1041; Sehâvî, el-Makasid, nr. 1213; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr. 5668). Bu sözden murat edilen mâna ölmeden önce nefsinizi muhasebeye çekin olmalı.
Bir Kürtçe şiirde şöyle söyleniyor:
“Eğer akıllı isen savaşa gel,
Bu savaş nefsinle yaptığın savaştır.
Nefsine söyle ne zamana kadar gökkuşağının renkleriyle,
Çocukların oyunuyla, mal mülkle oyalanacak ve seni meşgul edecek.
İhtiyar olduğunun farkına var ve uyan artık.
Uzun ve ebedî yolculuğa çıkmadan önce kendine azık hazırla,
Çarşı pazar açıkken gerekli her şeyi tedarik et.”
Bir başka Farsça şiir şu mânadadır:
“İhtiyar gönlüm, eğer akıllı ve bilgili isen dünya ile arkadaşlık kurma.
Çünkü o vefalı bir arkadaş değildir.
Seninle yaşadığın sürece yarenlik eder,
Sofra ve eğlencede yanından ayrılmaz
Fakat kabrin başında seni yalnız bırakıp döner.
Fırsat geldiği zaman mühlet vermek haramdır.”
Fırsat dünyaya gelişimizdir.
Fırsat imanla şereflenişimizdir.
Fırsat, sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v) ümmet oluşumuzdur.
Fırsat, sâdâta evlât olmamızdır.
Fırsat, hakiki rehberin eteğinden tutmamızdır.
Şiir şöyle devam ediyor:
“Artık mühlet haramdır.
Bir an önce fırsatı değerlendirip kurtar kendini.
Bende Nuh’un ömrü yok,
Aşk şarabını istemekte acele edişim o yüzden.
Allah’ın muhabbetine garkolup fenâ bulmak iştiyakıyla yanmam bu yüzden.
Âşığın güzergâhı sâkînin aşk şarabı sunduğu meyhanelerdir.
O mekâna doğru avdet etmenin en güzel zamanı da seher vaktidir.”
Doktorların bildiği tıbbî bir gerçek vardır; hastalar sabaha karşı ruhî bir rahatlık hissederler. Bu ilâhî bir rahatlık hissidir. Yukarıda mânasını verdiğim şiirde de seher vaktine vurgu yapılıyor. Seher vakti ibadet vaktidir, şiirde meyhane denilen yer de ibadethanedir.
Hadis-i şerifte,
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası dokunandır” buyrulur. (Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, 6/65; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/191; Beyhakî, Şuabu’l-İmân, nr. 7658; Suyûtî, Câmiu’s-Sagîr, nr. 4044)
İşte burada hizmetin önemi ortaya çıkıyor. Allah’ın, üzerinde yaşamamızı takdir buyurduğu bu topraklar için, devlet nimeti için şükretmek gerekir.
Türkiye topraklarını sevmek ve devlete destek vermek aklın gereğidir. Birileri kalkıp devleti tahkir edici sözler söylüyorsa kendi cahilliklerini ya da kötü niyetlerini ortaya koyuyorlar demektir. On beş İslâm ülkesi, bir o kadar da gayri müslim ülke gezdim. Hem dinî yaşayış, hem coğrafî güzellik, hem itikad doğruluğu konusunda hiçbir konuda benim memleketimle kıyaslanacak ülke görmedim.
Hicaz topraklarının mukaddesliği tartışılmaz. Bunun dışında hiçbir memleket bizim memleketimiz kadar ayrıcalıklı değildir. Eksiklikler olduğu söylenilen dinî yaşantı da diğer İslâm ülkeleriyle kıyaslandığında akla en uygun, en olumlu şekliyle bizim memleketimizde yaşanmaktadır. İnsanın olduğu her yerde tabii ki istismar var. Kanunlarımızda yahut uygulamada eksiklikler, hatalar olabilir.
Bilinmelidir ki her türlü eksiklikten münezzeh olan sadece Allah’tır. Bizim memleketimizde kanunu yapan bizleriz, bizim temsilcilerimizdir. Dolayısıyla eksiklik vardır, hata vardır, suistimal olabilir.
Allah Teâlâ,
“Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir”(İbrahim 14/7) buyuruyor.
Bu nedenle bu vatan toprağında birlik ve dirlik halinde yaşıyor olmaktan dolayı şükretmek gerekir. Bu nimetin eksikliğini görmek çok acı olacaktır. Şükrümüzü memleketimize, vatanımıza, devletimize, milletimize hizmet ile yerine getirmek gerekir. Bu şekilde hizmet alanımızı genişletmemiz lâzımdır. Hizmette insan ve millet ayırımı yapılmaz. Hizmet, hastaları tedavi eden, duruma göre ilâç sunan bir hastahane gibidir; hastahaneye kim gelirse, ona hizmet edilir, gerekli ilâcı verilir, hastanın zahmeti çekilir, hasta iyileşince, herkes sevinir. Bu anlayış bizleri yukarıda bahsettiğim hadisi şerifte bildirilen “insanların en hayırlısı olma” müjdesine ulaştırır.
Memlekete hizmetin partiyle, particilikle, siyasetle ilgisi yoktur. O bakımdan memlekete hizmet etmek için particilik yapmak mutlak amaç olmamalı, parti hedeflenmemelidir. Ama memleketimize hizmet edeceğini düşündüğümüz insanlara yardımcı olmak da boynumuzun borcudur. İçerde halkın birlik beraberliği için çalışıyor, barış ve huzur için uğraşıyor, hür ve müreffeh bir halde yaşamamızı sağlıyorsa, dışarıda ülkemizin çıkarlarını savunuyor, bizi haysiyetli bir şekilde temsil ediyorsa vatandaşlık görevimizi yerine getirmekte hassas davranarak oy kullanmamız ve o insanlara duamızla destek vermemiz gerekir. Bunun dışında politika kelimesi bende hoş anlamlar çağrıştırmıyor.
İyi bir gelecek için geçmişi iyi bilmek ve olaylardan ders almak gerekir. Biz unutkan tabiatlıyız. Kulluğumuzu, dünyaya ne için geldiğimizi unutuyoruz bazan. Peygamber Efendimiz (s.a.v),
“Allah’a tövbe ediniz. Şüphesiz ben, günde yüz defa Allah’a tövbe ediyorum” buyuruyor. (Buharî, Daavât, 3; Edebü’l-Müfred, nr. 621; Müslim, Zikir, 42; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/211, 260)
Bu hadisteki maksat nedir diye düşünürsek gayenin Allah’ı anmak, O’na kul olduğumuzu hatırlamak olduğunu görürüz. Yoksa peygamberden günah sadır olmaz, hata sadır olmaz. İşte bu sebeple geçmişi iyi değerlendirip geleceğe hazırlanmak icap eder.
Bu esnada da birlik beraberlik içinde olmanın ne derece önemli olduğunu hatırlatmak isterim.
Sivil toplum kuruluşları çatısı altında bir araya gelmek, hayır amaçlı, dayanışma amaçlı toplanmak gerekmektedir. Memlekete hizmet bu şekilde olur. Ben âcizane bütün varlığımla bu tarz bütün çalışmaların destekçisi olduğumu bildirmek isterim.
Bu hizmetlerin önünde olmak, öncüsü olmak üstünlük vesilesi değildir. Âyet-i kerimede,
“Allah yanında en değerli olanınız O’na karşı en takvâlı olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyruluyor.
Takvâ Allah’tan korkmak, O’nu sevmek, O’na lâyıkıyla kulluk yapmak için gayret göstermekle olur. Bir şekilde bu hizmetlerin ucundan tutuyorsanız gül bahçesinin içindesiniz demektir. Niyetiniz Allah rızâsı olduğu, benlik olmadığı, “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır” ölçüsünü bilip hizmet ettiğiniz müddetçe yapılan hayırlardan hisse alırsınız.
Bizler dünyaya gelmek suretiyle bu emaneti yüklendik. Kalu belâ günü yaratanımıza kulluk etmeyi vaad ettik. Hizmetimizle, ibadetimizle gayret göstereceğiz. Gücümüz kadar çalışacağız ve içinde olacağız inşallah.
Bu durumu anlatan şöyle bir kıssa vardır:
Dik bir yokuşu aşmaya çalışan yorgun ve terli kaplumbağaya nereye gittiğini sormuşlar, o da, “Hacca gidiyorum” cevabını vermiş. “Sen bu yükle, bu yavaşlıkla, bu ağırlıkla mı hacca gideceksin? Bu çok zor bir yolculuk” demişler. Kaplumbağa, “Olsun, o yolda ölmek de güzel!” demiş.
Hizmet yolunda olmak gerek. İlla netice almak şart değildir. Niyetimiz ve gayretimiz önemlidir. Bizim işimiz ne cemaatçiliktir ne tarikatçılıktır. Bizim işimiz sûfîliktir, bu da yolu cennete çıkan Peygamberimiz’e (s.a.v) uyma, benzeme ve onun gibi yaşama çabasıdır. Bizler İslâm dinini kendi aklına, keyfine ve menfaatine uyduranlardan değil, İslâm dinine samimi olarak uyanlardan ve onun terbiyesinden istifade edenlerden olmak için çalışmalıyız. Bizden önceki ecdadımızın, âlimlerin, salihlerin ve sâdâtların yolu buydu.
Bu yolda muvaffak olmamız için dua edin.
Allah Teâlâ yüzünüzden tebessümü, yüreğinizden ihlâsı eksik etmesin.
Allah’a emanet olun.
(Bu yazı, S. Muhammed Saki Erol’un 2004 yılında İnegöl Oylat’ta Semerkand il temsilcileri toplantısında yapmış olduğu sohbetlerden derlenmiştir.)
Allah razı olsun Rabbim layık olmayı nasip etsin tüm kardeşlerimizin gönlüne Allahım muhabbet ve hidayet ihsan etsin. amin
allah razı olsun
Allah razi olsun Seyidimizden ve sofilerden. Uzun bir yazı ama hemen okuyuverdik.
Allahü Teala razı olsun.Elhamdülillah bu gemiye binmek nasip oldu.Selam,saygı ve dua ile..
çok hoş bir bilgi rabbim cümlemizi bu yoldan ayırmasın