İman, Emanet ve Ehliyet
“Ben öyle günler gördüm ki, kiminle alışveriş yaptığıma aldırmazdım.
Alışveriş yaptığım kişi müslüman ise, bana karşı hilekârlık yapmayacağını bilirdim. Dini buna engel olurdu.
Yahudi veya hıristiyan ise, onu da idare hile yapmaktan alıkoyardı.
Fakat bugün sadece falan ve falan kimselerle gönül rahatlığı içinde alışveriş yapabiliyorum.”
Bu ifadeler bir mübarek sahabiye, Huzeyfe b. Yeman r.a. ait. Arkadaşlarına böyle dert yanıyor.
Hz. Huzeyfe b. Yeman’ı dertlendiren sorunun şimdiki adı “güven bunalımı”…
Ticarette, komşulukta, arkadaşlıkta, dokunduğumuz her alanda yüreğimizi sokan güvensizlik akrebi, güvenin istismar edileceği endişesi.
Ne yazık, güvensizlik ve güven istismarı sadece gündelik konularla sınırlı kalmadı günümüz dünyasında.
Dinî hassasiyetler öyle küçük hesaplara kurban verildi ki…
“Emanet” ve “emniyet” kavramlarını, bu iki kelimeyle kök birliği olan “iman” ekseninde bir kez daha hatırlamamız gerekiyor.
Sahibinden habersiz yediği üzümün parasını bağa bırakan asker, komşusu da siftah etsin diye müşterisinin ikinci talebini geri çeviren esnaf, bir gayri müslim vatandaşla hakim karşısında eşit yargılanan, cezalanmasına hükmedilen hükümdar, dava gelmediği için parasız kalan mahkeme… Sadece iki nesil kadar önce bile böyle örnekler görmek mümkün iken, ne oldu da bugünkü duruma geldik?
Emanet, emniyet ve iman çerçevesinde yan sütunlarda yapmaya çalıştığımız tesbitler bize yukarıdaki sorunun bir tek cevabı olduğunu söylüyor:
Hakiki imandan kaynaklanan “emniyet” durumunun ortadan kalkması. Kardeş kardeşe, baba oğula, komşu komşuya, yönetici yönetilene ve yönetilen yöneticiye, tüccar müşteriye ve müşteri tüccara güvenmediği ve güven vermediği için bu durumdayız.
Bu noktada, iki yönlü bir sorumluluğun muhatabı olduğumuzu görmemiz gerekiyor:
“O Bizden, Boşver!”
Bunlardan ilki, bizzat aynı dine inandığını söyleyenlerin birbirlerine karşı sorumluluğudur. Yanında çalıştırdığı işçisine, “Nasıl olsa bizdendir” düşüncesiyle hayat standardının çok altında ücret vermekte bir sakınca görmeyen, kendisi lüks ve refah içinde yüzerken, “Allah rızası” diyerek, “dava” diyerek, “hizmet” diyerek samimi müslümanların alın terini, heyecanını ve dinî hassasiyetini istismar eden “musalli” müslümanların sayısı az mıdır?
Bankadan aldığı krediyi aksatmadan geri ödemede son derece titiz davrandığı halde, kardeşinden aldığı borcu “sallayan”, şirketler kurup yurt içinden ve dışından dinî hassasiyetleri istismar ederek topladığı alın teri göz nuru hasılası paralarla bir süre sonra ortalıktan kaybolan, başkalarının üçe sattığı malı müslüman müşterisine beşe satan, “zekât” adı altında kasına kasına verip, sonra başa kaktığı üç kuruşla cenneti garantilediğini düşünerek yoksul müslümanların derdiyle gerçek anlamda dertlenmeyi aklına bile getirmeyen ve belki hepsinden önemlisi, “kurtlar vadisi” haline gelen dünyada müslüman nesillerin istikbali konusunda parmağını bile kımıldatmayan; kısacası hayatını İslâm üzerinden kazandığı halde, İslâm’ın kendisine yüklediği mükellefiyetleri yerine getirmekten kaçınma konusunda son derece mahir olan insanların varlığını görmek, hepimizi derinden yaralıyor.
Bütün bunlar, aynı dine inanan insanlar arasında bulunması gereken emniyet ve samimiyeti zedeleyen unsurlardır.
“O Bizden Değil, Boşver!”
Bunların yanında, içinde bulunduğu grup, cemaat veya kesim dolayısıyla, diğer kardeşlerine karşı körleşme yanlışlığına düşülmesinin de, kardeşler arasında bulunması gereken bağı zayıflatan bir husus olduğunun altını çizelim. Hatırlayalım ki ilk zamanlardan itibaren İslâm, müminleri insanlık tarihinde emsali görülmemiş bir kardeşlik bağı ile birbirine kenetledi. Bu öyle bir kardeşlik idi ki, kabile, soy-sop, ırk özelliklerine hiç itibar etmeksizin, inananları bir tarağın dişleri gibi eşit kılmıştı. Öyleyse bizler niçin böyle bir kardeşlik ortamının bu derece uzağında bulunduğumuzu nasıl izah edeceğiz? Bir rahmet ve zenginlik olarak görülmesi gereken tavır, yöntem ve anlayış farklılıklarını nasıl husumete dönüştürdüğümüzün açıklamasını yapabilecek miyiz?
Elbette problem sadece farklı mensubiyetler taşıyan müminler arasında yaşanan iletişim arızalarından ibaret değil. Nefsani zaafların, aynı aidiyetleri paylaşanlar arasına zaman zaman da olsa sızmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliyor muyuz?..
Birçok konuda farklı düşünebiliriz. Mensubu olduğumuz cemaat veya grubun farklı öncelikleri olabilir. Bütün bunlar normaldir. Ancak bunların hiçbirisi bize, aynı dine inanan ve aynı itikadî çizgiyi benimseyen insanlar arasında bugün gözlemlediğimiz türden iletişim kopuklukları bulunmasına duyarsız kalmayı meşru kılmaz.
“Benim Büyük Dedem de Hacıydı”
Samimi dindar insanımız için güven meselesinin ikinci boyutu da, dinle diyanetle ilgisi olmadığını bildiğimiz kesim ve kimselerle ilişkiler noktasında kendini gösteriyor.
Bu bağlamda ilk aşamada, müslümanların işlerini üzerine almış, yöneticilik mevkiindeki insanların müslümanlar üzerinden yürüttüğü “din istismarı” olgusuna dikkat çekmemiz gerekiyor. Seçim meydanlarında “benim büyük dedem de hacıydı” gibi ucuz söylemlerle ya da sergilediği dindarlık gösterileriyle oyunu alarak iktidara geldikten sonra, “oy deposu” olarak gördüğü mütedeyyin kesimlerin en basit beklentilerine bile kulak tıkayan yöneticiler, bu noktada dikkat çeken örneklerin başında geliyor.
Diğer taraftan dindar insanların güvenilir olduğu gerçeğini onların “zayıf nokta”sı olarak görüp, her türlü sorumluluğu onların sırtına yüklediği halde ne yetki, ne inisiyatif, ne de yeterli ücret veren “işbilir” her türlü yönetici, aslında bal gibi “din istismarı” yapmış oluyor.
Çıkardığı yüksek tirajlı gazete ve dergilerle hergün dinî değerlere saldıran kimi medya patronlarının, dindar insanların hassasiyetlerini dile getiriyor gibi gözüken “muhafazakâr gazete” çıkarması da bu ülkede din istismarının nasıl yapıldığı konusunda zikredilebilecek örneklerden…
Önce İğneyi Kendimize
Burada parmak basılması gereken bir hususu da, dindar insanların tavırları oluşturuyor. Kendisini dinî hassasiyetlere bağlı olarak tanımlamayan toplum kesimlerinin tümünü aynı görmek haksızlık olur. Onlar arasında mütedeyyin insanları yeterince tanımayanların veya yanlış tanıyanların sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Öyleyse onlarla aramızda, bizim hakkımızdaki önyargılarını ortadan kaldıracak veya bilgi eksikliklerini giderecek, böylece bir güven ortamı tesisini mümkün kılacak bir diyalog süreci başlatma görevinin öncelikle bize düştüğünü hatırlatalım.
Eğer birileri bizi yanlış tanıdığı için bize güvenmiyorsa, burada öncelikle kendi tavrımızı sorgulamamız gerektiği açık. Ezilip büzülmeden ve hiçbir komplekse kapılmadan şunu anlatabilmeliyiz: Mütedeyyin insanlar, “en az” kendini mütedeyyin olarak tanımlamayanlar kadar dürüst, güvenilir, medeni cesaret sahibi, çevresiyle ve dünyayla ilgili, insanlara söyleyecek sözü olan ve bunu nasıl söylemesi gerektiğini bilen, yetenekli, bilgili ve istikamet sahibi kimselerdir. Hak yemeyen ve yedirmeyen, şefkatli ve merhametli olduğu kadar ilkeli ve iradeli…
Kısacası her kesimle ilişkilerimizde bize bakan, bizim tavır ve davranışlarımızda Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den bir yansıma görebilmeli…
“Ya Rab! Bize Dinî Musibet Verme”
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in bir duasıyla nokta koyalım:
Abdullah b. Ömer r.a. Hazretleri şöyle demiştir:
Rasulullah s.a.v., bir cemaatte oturduğu zaman ashabı için şu duayı okumadan nadiren kalkardı:
“Allahım! Bize sana karşı duyulan korkudan öyle bir pay ayır ki, sana karşı işlenecek günahlarla aramızda bir engel olsun. İtaatinden öyle bir nasip ver ki, bizi cennete ulaştırsın. Yakîninden öyle bir hisse lûtfeyle ki, dünyevî musibetlere tahammül kolaylaşsın.
Allahım! Sağ olduğumuz sürece kulaklarımızdan, gözlerimizden, kuvvetimizden istifade etmemizi nasip eyle. Aynı şeyi bizden sonra gelecek olan neslimize de nasip et. Bizi, bize zulmedenlerden karşılığını almışlardan kıl. Bize haksızlık edenlere karşı bizi muzaffer kıl. Bize dinî musibet verme. Dünyayı ne asıl gayemiz kıl, ne de ilmimizin son hedefi. Bize karşı merhametli olmayanı bize musallat etme.” (Tirmizî)
İlâhi Emanet ve Üç Hak
Yüce Kitabımız, göklerin, yerin, hatta dağların bile yüklenmekten çekindiği “emanet”i, sadece insanın yüklendiğini haber veriyor.
Böylece bir taraftan emaneti yüklenebilen tek varlık olarak insanoğlunu yüceltirken, diğer taraftan da onun bu “gözükaralığı”na vurgu yapmış oluyor:
“Doğrusu biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk da, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve bundan korkup titrediler. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklendi.” (Ahzab, 72)
Bu ayette sözü edilen “emanet”in, en genel anlamıyla insanoğlunun muhatap kılındığı ilahî emir ve yasaklar ile, insana verilen bilinç, irade ve çok yönlü yetenek olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla iman eden, yani emaneti taşıyacağına dair verdiği sözde duracağını ilan etmiş insan, “emniyet” (güvenilirlik) sıfatına da hakkıyla sahip olduğunu teyit ediyor, doğruluyor demektir.
Peki taşıyacağı, koruyacağı emanet somut olarak nedir? Şu üç çeşit hak:
* Yaradan’ın hakkı,
* Yaratılmışın hakkı
* Kendi nefsinin hakkı
Bunlardan ilki (yani hukukullah), Allah Tealâ’nın emrettiği ibadet sorumluluğunu kapsamına alır. Her ne kadar ibadetlerin kişinin temel görevi ve yaratılış maksadı olduğu ve kişiyi olgunlaştırdığı kadar toplumsal ilişkilerine de tesir eden yanı bulunduğu inkâr edilemez bir gerçek ise de, yerine getirilmesi veya getirilmemesi, başkalarının hakkına genellikle taalluk etmez. (Zekât ve benzeri -toplumsal yönü bulunan- ibadetleri burada istisna tuttuğumuzu belirtelim.)
İkincisi (hukuku’l-ibad) iç içe daireler gibi üç aşamalıdır:
1. Kişinin yakın çevresinin ve içinde yaşadığı toplumun hakları. Burada aile fertlerinden başlayarak yakın ve uzak akrabaya ve giderek bütün topluma yayılan bir mükellefiyetler zinciri söz konusudur.
2. Bütün insanlığa karşı sorumluluklar.
3. Bütün yaratılmışlara karşı sorumluluklar.
Üçüncüsü (hukuku’n-nefs) ise kişinin kendi varlığının kendisi üzerinde bulunan haklarını ifade eder.
Semerkand’ın Mayıs sayısında detaylı bir şekilde işlemeye çalıştığımız bu üçlü tasnif, “iman” etmiş insanın, ilahî “emanet”e “emniyet”le sahip çıkması gerektiğini anlatmaktadır.
Burada tırnak içinde verdiğimiz bu üç kelimenin (iman, emanet ve emniyet) aynı kökten geldiğine dikkat etmemiz gerekiyor. Zira çevresine “emanet” ve “emniyet” telkin etmeyen bir “iman”ın nasıl bir iman olduğu düşünülmelidir. Elbette olmadığı söylenmez belki ama olgunluğu yani kemal derecesi çok söz götürür.
Efendimiz s.a.v.’in, “Emaneti olmayanın imanı olmaz…” (Ahmed b. Hanbel, Taberânî, Ebû Ya’lâ, Bezzâr) buyurduğunu hatırlayacak olursak, aynı kökten türeyen bu üç kelimenin birbirine kopmaz bir irtibatla bağlı olduğunu daha kolay anlarız…
İnsan Hakları Bizde Neden Yok?
“Emanet”i bilen, “emniyet”le onu taşıyan iman etmiş bireylerden oluşan İslâm toplumu, geçmiş ve şimdiki Batı toplumlarında var olan pek çok hastalığı bünyesinde barındırmaz.
“İnsan hakları” kavramının Batı aleminde ortaya çıkması da bu durumla ilişkilidir. Zira imanın sağladığı emniyet ortamının söz konusu olmadığı Batı toplumunun geçmişi, zulmün, sömürünün, yağma ve talanın tarihidir adeta.
Toplumun “asiller” ve “köleler” diye iki sınıfa ayrıldığı Eski Yunan’da, sadece asiller “vatandaş” sayılırdı ve demokrasi de sadece onlar için söz konusuydu. Köleler ise sadece asillere hizmet etmek, onların en süfli taleplerini yerine getirmek, hatta gerektiğinde arenalarda, günlerce aç bırakılmış vahşi hayvanlarla ölümüne mücadele ederek asilleri eğlendirmek için vardı.
Ortaçağ’a geldiğimizde gördüğümüz manzara daha dehşetlidir: Batı alemi için, kadınların “şeytan” olarak görülüp diri diri yakıldığı, toprak ağaları ve derebeylerinin yoksul insanları köle olarak kullandığı, vahşet, barbarlık ve eşkiyalığın kol gezdiği, ırk ve mezhep savaşlarında milyonlarca insanın can verdiği, sadece güçlü olanların ayakta kalabildiği yüzyılların adıdır Ortaçağ.
İnsanları kardeş olarak değil, “birbirinin düşmanı” canlılar olarak gören Batı toplumunun ekonomi ilmine bakışının temelinde “homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) tesbitinin yatması da bundandır…
İşte bu uzun yüzyıllar sonunda, kendi kendini bitirerek bir yere varamayacağını anlayan Batılı toplum ve insanlar, birbirlerinin zulüm ve vahşetinden karşılıklı korunmak için “insan hakları” kavramını geliştirdiler. Yani “sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” felsefesi…
Bu felsefenin İslâm dünyasında ortaya çıkmaması, arka plânında bulunan vahşet ve dehşetin İslâm tarihinde yaşanmamış olmasındandır.
Çünkü bizzat kendisine düşmanlığın ve gaddarlığın en fenasıyla muamele eden müşrikler tarafından bile “emin/güvenilir” sıfatıyla anılan Efendimiz s.a.v., “müslüman”ı, “insanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” olarak tarif etmişti.
Çünkü İslâm, müslümanlar’ın hükümran olduğu yerlerde, hangi din ve mezhepten olursa olsun, bütün insanlara adalet, hakkaniyet ve merhametle muamele edilmesini emrediyordu.
Kısacası İslâm, gittiği her yerde adalet ve emniyete dayalı bir toplum tesis ettiği için, kimse kendisini ek önlemlerle ayrıca garantiye alma ihtiyacı hissetmemişti.
Yani “insan hakları” kavramı medeniyetten değil, vahşetten doğdu.
İşsiz Kalan Mahkeme
Yüce Dinimiz’in öğretilerine samimiyetle bağlanan toplumlarda nasıl bir adalet ve emniyet ortamının hakim olduğuna dair, tarihten yüzlerce, binlerce örnek göstermek son derece kolaydır. Biz burada sadece Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüş olan bu ortamı yansıtan bir örnek zikretmekle yetineceğiz.
Osmanlı Devleti’nde paşalık rütbesine kadar yükselmiş, hatta bir ara şeyhülislâmlık makamına getirilmesi söz konusu olmuş Ahmet Cevdet Paşa’yı hepimiz biliriz.
Mecelle’yi hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmış olan ve başta Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Cevdet olmak üzere pek çok kıymetli esere imza atmış olan bu büyük alim ve devlet adamı, o zamanlar (19. asrın sonları) Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Balkanlar’da teftişte bulunmak üzere görevlendirilmişti.
Bu görevi esnasında Saray Bosna’daki ticaret mahkemesi yetkilileri, mahkeme çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek durumda olduklarını belirterek Paşa’nın yardımını istemişlerdi. Durumu tahkik eden Cevdet Paşa, uzun yıllardan beri mahkemeye herhangi bir dava getirilmediği için gelir elde edilemediğini tesbit etti. Mahkemeye niçin hiç başvuru olmadığı konusundaki tesbitlerini kendi ifadesiyle okuyalım:
“… Boşnakların, ahlâkı bozulmamış kimseler olduğuna bir delil de Bosna’da cari olan alışveriş muamelesidir. Buranın alışveriş muamelesi sırf güven üzerine kurulu ve garip bir şekilde cari idi. Liva (kazadan büyük, vilayetten küçük yerleşim birimi) tacirlerinden biri (ticaret merkezi olan) Saray Bosna tüccarından tanıdığı bir büyük tacirin mağazasına gidip kendisine lazım olan malları söyler, mağazanın görevli elemanı da istediği malların listesini çıkarıp karşısına fiyat ve miktarını yazar, bu listenin bir kopyasını da alıcıya verir. Müşteri malları alıp memleketine götürür ve yine böyle güvene dayalı bir muamele ile satar. Ara sıra Saray Bosna tüccarı tarafından gönderilen tahsildarlara parça parça ödeme yapıp, kendilerinden, ödeme yaptıklarına dair belge alır.
Hasılı, Saray Bosna’ya bağlı liva ve kazalardaki tacirler, Bosna’dan senetsiz ve şahitsiz bir şekilde üçer beşer yüzbin kuruşluk mal alıp, pusulasıyla birlikte memleketlerine götürüyorlar. Bu durumda onlar borçlarını inkâr etseler, isbata medar olacak elde bir şey yok.
… Fakat böyle büyük bir eyaletin ticari muameleleri senetsiz ve şahitsiz nasıl dönüyor? Burasını merak ettim.
Bosna tüccarından Merhemik Mehmet Ağa adında bir zat vardı. ‘Ne kadar alacağın vardır?’ dedim, onbin keseden fazla olduğunu söyledi. ‘Elde senet veya şahit var mı?’ dedim, ‘Hayır, adet olmamış’ dedi. ‘Ya müşterilerden bazısı borcunu inkâr edecek olursa ne yaparsın?’ dediğimde şaşkınlıkla gülerek, ‘Bu kadar malı denkler ile mağazadan kaldırıp pusulasıyla götürdü; nasıl inkâr edebilir?’ karşılığını verdi. ‘Ya bunlardan biri ölürse paranız batmaz mı?’ dedim, ‘Ölürse bizim pusulamız terikesinden çıkar; veresesi onu öder’ dedi. Gerçekten de (…) bunca senelerden beri Saray Bosna tüccarından kimsenin alacağının inkâr edilmemiş olduğu tahkik olundu…” (Tezâkir, 3/24 vd.)
Ebubekir Sifil, Semerkand Dergisi, Temmuz 2003.
fevkalade rabbim bizede böyle bir terbiye nasib eylesin aminnn.
.