İslâmî bilginin kalbi: İlmihal
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
İlmihal (ilm-i hâl), içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.
İslâmî bir kavram olarak ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.
İlmihal muhteva çerçevesi belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz. Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi delil alarak telif edilmişlerdir.
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur. Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
Başucu kitap ihtiyacı
Bir kitap türü olarak ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak, ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır. Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki ihtiyaca cevap vermişlerdir.
Son yarım asırda ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der :
“Bilindiği gibi İslâm dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:
• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
Bu dört kısım hüküm hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler nisbeten az bulunmuştur.
Elbette ayrıntılı eserlere ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya, onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde edilmesi büsbütün güçleşir.”
Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın nasıl öğretildiğini görelim.
İlk dönemde dinî eğitim
Efendimiz s.a.v.’in tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet etmişti:
“Ben Allah’ın rasulü ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)
Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı, ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…
İlk Müslümanlar Mekke’de Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı. Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar diye sureleri gizlice okuyorlardı. Nitekim daha sonra müslümanlar emniyete kavuşmalarına rağmen bu günlerden kalan bir sünnet olarak öğle ve ikindi namazları cemaatle kılındığında gizli okumaya devam ettiler.
Efendimiz s.a.v.’den İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.
Efendimiz s.a.v. hac mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a. Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.
İlk öğretmenler: Ashab-ı Kiram
Hicret’ten sonra Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş, sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.
İslâm’ın yayılışı ve öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.
İslâm tarihi bir süreç olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş, duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet, karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmemiz gerekir.
Diğer taraftan bu anlama ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş durumdadır.
Mezheplerin oluşmasından önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v. 150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları günümüze ulaşmıştır.
İlk ilmihaller
İslâm dünyasının her yerinde olduğu gibi müslüman çoğunluğun yaşadığı Anadolu’da da halkın bilgilenme ihtiyacına dönük olarak sade bir üslupla yazılmış akaid ve temel bilgileri içeren küçük fıkıh kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı’daki âmentü şerhleri, inanç esasları ve ilmihal bilgilerini içeren eserler bu meyandadır. İbadet ve muamelâtla ilgili bütün konuları içeren eserlerin yanında yalnızca namaz, oruç veya hacla ilgili kaleme alınmış risâlelere de rastlanmaktadır. Mev’ize, irşad ve nasihat türü eserler de ilmihallerde yer alan ahlâk ve adap ile ilgili konuları anlatan kitaplar arasında yer almaktadır.
Doğrudan ilmihal başlığı altına girmeyen bu tür eserlerin her biri, ilmihalle amaçlanan dinî bilgiyi vermeyi esas alan eserler olarak işlev görmüşlerdir. Bazen bu tür eserler sonradan yeni başlıklar eklenmesiyle genişletilmiş, böylece ilmihal kitaplarının oluşum süreci yaşanmıştır. Bahsedilen bu süreçte zaman zaman inanç, ibadet ve ahlâk esaslarının bir araya geldiği görülmektedir.
Bütün bir İslâm coğrafyası göz önüne alındığında -bugün elimize geçmeyenler bir yana- farklı dillerde on binlerce ilmihal yazılmıştır. Allah dostlarının bile bu konularda kaleme aldıkları birçok eser vardır. Mesela Seyyid Yahya Şirvanî, Cemal Halvetî, İmam-ı Rabbanî, İsmail Hakkı Bursevî ve Mevlanâ Halid Bağdadî gibi zatlar akait sahasında eserler yazmışlardır. (Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın.)
İlmihallerde esas, yukarıda da belirttiğimiz gibi sade bir dille inanç, ibadet ve ahlâka dair konuların anlatılmasıdır. Mesela âmentü diye bildiğimiz esaslar bir cümleden meydana gelir ve Cibril hadisindeki ifadelerin “Allah’a, meleklerine, kitaplarına … inanıyorum” şeklinde uygulanmış halidir.
Yine kolay ezberlensin diye manzum -şiir halinde- yazılmış (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) birçok ilmihal de günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli olmayan Mızraklı İlmihal de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, camilerde okutulmuştur. Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir.
Yine Osmanlı’nın son yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.
İlmihalsiz dindarlık olur mu?
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram, mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Müslümanlar için her hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’ adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.
Her müslüman için en büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını düzenlesin.
Zaten bütün insanlığın bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”
Günümüzde, müslüman değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir dindarlık” ortaya çıkıyor.
Ebubekir Sifil, Semerkand dergisi Ekim 2001 sayısında kulluk sahasını ve gereklerini şöyle izah ediyordu:
“İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.”
Ailede ilmihal eğitimi
Çocukluk çağı altın yıllardır, kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlardaki kişilik ve yaşantıya dair olumsuzlukların temelleri büyük ölçüde bu yıllarda atılmaktadır. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar.” Daha sonra anne-babası ve çevresi çocuğu şekillendirirler.
Bizim dünyamız müslüman bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız müslüman bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Şair Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bir çocuğun nasıl bir anlatıma ihtiyaç duyduğunu çok güzel dile getirir:
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslâm toplumları çocuklarına dinini öğretmeyi öncelik bilmişlerdir. Ebeveyn, çocuklarına ilmihal bilgilerini, İslâm’ın kavramlarını öğretmelidir. Sonra İslâm tarihini sevdirecek, öğretecek, çocuğun o dünyaya girmesini sağlayacak kitaplar, belgeseller tercih edilmelidir. Bu yöntem de bıktırmadan, usandırmadan, tepki doğurmadan tatbik edilmelidir.
İslâm alimlerimizin hayatını okuduğumuzda ilk dinî eğitimlerini çoğunlukla ailelerinden aldıklarını görürüz. Mesela Kur’an’ı annesinden, namaz kılmayı babasından öğrenmiştir. Ailenin dindar bir birey yetiştirmede büyük rolü vardır. Çocuk Kur’an eğitimine onların teşvikiyle başlar, namazı onlardan öğrenir, babasıyla camiye gider gelir. Efendimiz s.a.v.’in mübarek ahlâkını, hayatını, çocuklarını, sahabilerini onlardan dinler. Büyüklerine özenerek oruç tutar, kurban ibadetini onlarla yaşar. İslâm ahlakını, sadaka vermeyi, mukaddesata hürmeti büyüklerinden öğrenir.
Bir eğitim kurumu olarak camilerimiz
İslâmiyet’in başlangıcında ilim camilerde okutulurdu. Sonraları medreseler ve mektepler yapıldıysa da, alimler halka dönük derslerini camilerde vermeye devam ettiler. Nitekim yakın tarihe kadar İstanbul ve Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarında bazı medrese dersleri camilerde okutulurdu.
Özellikle Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’nın ilk üç asrında “fakih”lik kurumu çok yaygın biçimde din öğretiminde kullanılıyor ve on binlerce fakih köylerde, kasabalarda, şehirlerin cami ve mescitlerinde öğretici olarak görev yapıyorlardı. Dolayısıyla camiler dinî hayatın en güzel ve yaygın biçimde öğretildiği yer konumundaydı. Cumhuriyet döneminde bu durum resmî olarak zayıflamış ise de, gayret sahibi nice imam cemaatine Kur’an ve ilmihal öğretmeye devam etmiş ve etmektedir. Özellikle son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yaz aylarında camilerde yoğun biçimde eğitim faaliyeti yürütülmektedir. Kış aylarında ise daha çok cami cemaatine yönelik eğitim faaliyetleri devam etmektedir.
Halihazırda Diyanet İşleri Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve geldiğinde ilk icraatlarından biri merkezî vaaz sistemini kaldırması olmuştu. Gerekçe olarak da merkezî vaaz sisteminin imamları tembelleştirdiğini, cemaatine faydalı olamadığını göstermişti. Gerçekten de Osmanlı ve öncesindeki fakihlik kurumunun görevini, belli ölçüde bugünün imamları üstlenmiş durumdalar. Dolayısıyla her imam önce cemaati, sonra da çevresi için bir fakih konumundadır. İmamlarımızın kendilerine bir de bu yönden bakmaları, gayret göstermeleri dinimizin öğretilmesi bakımından büyük önem arz eder. Sadece iyi hazırlanmış cuma vaaz ve hutbeleri bile son derece kıymetlidir.
Ashab-ı Kiram’dan günümüze dinin öğretilmesinde, resmî görevlilerin dışında özel gayretlerin büyük etkisi vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan öncelikle dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir. Günlük hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergâhlara “halk mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslâm coğrafyasında dergâhlar, cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.
Okullarımız ve ilmihal
Okullar, günlük hayatın rutininden meslekî yetkinliğe kadar bütün eğitimin verildiği kurumlarımız. Buralar çocuklarımızın kişiliklerinin oluştuğu, kimliklerini edindikleri/pekiştirdikleri, dünyaya ve hayata dair bilgileri öğrendikleri yerler. Neredeyse nüfusunun tamamına yakını müslüman olan ülkemizde, okullarda din eğitimi ihtiyacın çok uzağında.
Bunun temel sebebi kuşkusuz, ülkemizde din konusunun büyük ölçüde ideolojik/politik bir arka plan üzerinden ele alınmasıdır. Oysa mesele basit ve nettir. Bugün bütün dünyanın fark ettiği üzere din eğitimi belli hükümleri, ibadetleri öğrenmekten ibaret bir süreç değil, aslında ve öncelikle bir “değerler eğitimi”dir. Dinî eğitim, nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan, böylece sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlayan, bireye toplumsal sorumluluklarını öğreten komple bir süreçtir.
Müslüman denince akla gelmesi gerekenlere bir bakalım: Takva, samimiyet, fedakârlık, cömertlik, diğergâmlık, vatan sevgisi, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat ve buna benzer insanlığın muhtaç olduğu değerler…
İşte dinî eğitim, özelde de ilmihal eğitimi dediğimizde bu kavramların ete kemiğe büründüğü, hayatın içine girdiği bir dokudan bahsediyoruz demektir. Yani kişinin hem Rabbiyle hem de insanlarla ve diğer varlıklarla hukukunu idrak ettiği bir insan ve böyle insanlardan oluşan toplum yapısı… Eğer bu olumlu bir çaba olarak görülüyorsa başlangıcında ve merkezinde ilmihal eğitimi olmak zorundadır.