Kâbe ve İnsan

Kâbe ve İnsan

Uzun bir yolculuktayız…

Büyük bir kervan içinde akıp gidiyoruz. Her şey akıyor, çocukluğumuz, gençliğimiz, yaşlılığımız, dostlarımız, düşmanlarımız…

İçinde yaşadığımız dünya, nehirler, dağlar, bulutlar, gezegenler, yıldızlar, galaksiler, bütün âlem… Hiçbir şey durmuyor…

Yönsüz yolculuk bir savrulmadır, bir kopuş. Bu sonsuz hareket içinde sahih bir yön edinmek ve oraya yönelmek bu yüzden önemli.

Müslümanın yönü Kâbe’dir, yönelişi orayadır. Ve eğer güç yetirebilirse hayat yolculuğunda yolunu bir kez oraya düşürmelidir.

Aklımız ermeye başladığında fark ettiğimiz ilk şeylerden biri sürekli bir akış hali. Durduramadığımız, asla durduramayacağımız bir yolculuk devam edip gidiyor. Her şey ayarlanmış, her varlık bir program dahilinde akıyor, bir şeye, bir yere gidiyor.

İlk insan, ilk yolculuk

İnsanın yolculuğu ilk insanla yani babamız Âdem a.s.’la başladı. Cennet’ten başladı. Şeytanın ilk babamızla anamızı aldatması ile yol gözüktü. Yüce Mevlâ, onların tevbesini kabul buyurdu. Ama ilâhi takdir onları cennetten çıkartıp dünyaya yerleştirdi.

Âdem a.s. ile Havva validemiz ve onların neslinden gelecek olan bütün insanlar artık yeryüzünde yaşayacaklardı. Yüce Mevlâ’nın ahlâkını, yani göklerin ve yerin taşıyamadığı o yüce emaneti temsil edeceklerdi. Hem de baş düşmanları şeytanın amansız tacizleri altında…

Bir ömür yeryüzünde yaşayacaklar, ocak yuva kuracaklar, çoluk çocuk yapacaklar, kâh ağlayacak kâh gülecekler, ahiret hayatını burada kazanacaklar, nihayet ölümle dünya hayatlarını bitireceklerdi. Onların neslinden gelen bütün çocukları da benzeri bir hayatı yaşayıp dünyadan göçecekler, sonunda da büyük bir mahkemede hesap verip Rablerine döneceklerdi. Bu yolculuk işte o zaman bitecekti.

Yüce Mevlâ hükmünü vermişti. Bundan geri dönüş yoktu. Öyle de oldu.

Âdem a.s. ile Havva validemiz yeryüzüne indirildi. Tevbelerine devam ediyorlardı. Kim bilir Kur’an -ı Kerim’de haber verilen o içli yakarışlarını kaçıncı kez tekrar ediyorlardı:

“Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen muhakkak hüsrana uğrayanlardan olacağız..” (Araf, 23)

Dualar ediyor ve secdelere kapanıyorlardı. Secde ediyorlardı ama yöneldikleri bir kıbleleri var mıydı?

Yedi kat semada bulunan meleklerin ve haklarında bilgi sahibi olmadığımız diğer sema ehlinin bir kıblesi vardı. Yüce Mevlâ’ya kulluklarını yaparken ona yöneliyor, onun etrafında tavaf ediyorlardı. Rasul-i Ekrem s.a.v ., Miraç gecesinde onu görmüştü. Yedinci kat semada Arş-ı Âlâ’nın tam altındaydı. İbrahim a.s. ile orada görüşmüştü. Sonra içine girip namaz kılmış ve hakkında şöyle buyurmuştu:

“Her gün ona yetmiş bin melek girer ve kıyamete dek geri dönmezler.” (Taberî, Tefsir, 15/13-14)

Etrafında binlerce meleğin sürekli olarak tavaf ettiği yedinci kat semadaki bu mabedin adı “ Beyt-i Mamur”du . Tûr Suresi’nde Rabbimiz’in üzerine yemin ettiği Beyt-i Mamur…

Peki yeryüzüne indirilen Âdem a.s. ile Havva validemizin ve onlardan gelecek neslin bir kıblesi, yönelecekleri bir yer olmayacak mıydı?

Yeryüzünün ilk evi, ilk şehri

Âdem a.s. ve Havva anamız, yeryüzüne indirildiklerinde hiçbir yerleşim emaresi yoktu. Ama Kâbe-i Muazzama’nın yeri belliydi. Yüce Mevlâ, Âdem a.s.’a yerini bildirdi ve meleklerle birlikte inşaatını yapıp tamamladı. (Kurtubî, Tefsir, 2/ 120-121 )

Böylece yeryüzünde insan için kurulmuş olan ilk ev Kâbe-i Muazzama oldu. Yüce Rabbimiz, ilk evin Kâbe, şehirlerin anası demek olan Ümmü’l – Kurâ’nın ( En’am , 92), bir nevi dünyanın başşehrinin de Mekke olduğunu bize bildirmiştir:

“Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke’de olandır; alemlere bereket ve hidayettir.” ( Âl -i İmran, 96)

Hz. Âdem a.s. ve ona tabi olanlar namazlarını kılarken, ibadetlerini yaparken Allah’ın evi olarak Kâbe’ye yöneldiler, Yüce Mevlâ’ya itaatlerini ifade etmek için onun etrafında dönerek tavaf ettiler.

Kâbe-i Muazzama, insanın yeryüzündeki varlığıyla aynı geçmişe sahiptir. İnsanı dağınıklıktan kurtarmak ve tevhide, bir ve tek olana ulaştırmak için alemlerin sahibi tarafından insanoğluna ihsan edilmiştir.

İnsanın her günkü hayatında yönünü belirleyen ve hayatın merkezine yerleşen ilâhî bir unsur, sanki göklerden yeryüzüne uzatılmış bir kurtuluş merdivenidir.

Ayette ifade buyurulmuştur: Kâbe-i Muazzama sadece yeryüzü için değil, bütün alemler için berekettir. Hem maddi anlamda, hem de manevi anlamda berekettir. Aynı zamanda o, bütün alemler için hidayettir. Arz’dan Arş’a yükselen manevi bir koridor gibi cazibesine ya da yörüngesine girenleri Yüce Mevlâ’ya ulaştıran bir hidayettir.

Adem a.s.’dan sonra Kâbe

Zaman su gibi akıp gidiyordu. Âdem a.s.’ın çocuklarından Nuh a.s.’ın yaşadığı dönem geldi. O da insanları Allah’a kulluğa davet etti. Çoğunluğu bu daveti reddedince büyük bir tufan meydana geldi. Yeryüzünü sular kapladı. İşte bu esnada bütün şehirler olduğu gibi Mekke de su altında kaldı. Kâbe-i Muazzama yıkıldı, yeri belirsiz hale geldi.

Yıllar sonra Yüce Mevlâ İbrahim a.s.’ı peygamber olarak gönderdi. Kâbe’nin temellerini bulup ortaya çıkarmak ve onu inşa etmek için İbrahim a.s.’ı, onun vefakâr eşi Hacer anamızı ve sadakatli oğlu İsmail a.s.’ı seçti.

O sıralarda İbrahim a.s. Ürdün taraflarında yaşıyordu. Oğlu İsmail a.s. yeni doğmuştu. Yüce Mevlâ’nın emri gereği genç hanımı Hacer validemizi ve kundaktaki İsmail a.s.’ı yanına alıp yola çıkması gerekiyordu. İbrahim a.s ., ilk hanımı Sare anamızı Ürdün’de bırakıp yola çıktı. Vahyin kılavuzluğunda yol alarak nihayet Mekke’ye ulaştı.

İbrahim a.s. ve Kâbe’nin yeniden inşası

Mekke o sıralar çölün orta yerinde ıpıssız bir yer. Etrafı güneşten kavrulmuş dağlar, orta yerde bir düzlük, kızgın kumların üzerinde üç insan; başka hiç kimse yok… Bütün insanlık için görevlendirilmiş üç insan… Başka kimsenin farkında olmadığı, olamayacağı bir görev için buradaydılar. Kendilerinden sonra gelecek her bir insan namına büyük bir yük altındaydılar. Bunca yola ve çilelere bütün insanlık için katlanmaktaydılar.

İbrahim a.s. bunun farkındaydı. Ya Hacer validemiz? Ya koynundaki bebek? Daha sonra bunu mutlaka anlayacaklardı. Ama o an, yani İbrahim a.s.’ın Hacer validemizi koynundaki bebekle o çölün orta yerinde bıraktığı an, büyük ihtimalle bunları bilmiyorlardı. Ama Hacer validemiz biricik eşine, gönlü merhametle dolu Allah’ın Nebisi İbrahim a.s.’a iman ediyordu.

İbrahim a.s. o yumuşak, o merhametli peygamber, değerli eşini ve kundaktaki yavrusunu çölün ortasında bırakıp geri dönmüştü. Hacer validemiz peşinden koştu. Kendilerini bırakıp nereye gittiğini sordu. Sorusunu üç kere tekrarlamasına rağmen bir cevap alamadı. Çünkü İbrahim a.s. cevap veremeyecekti. İçindeki yangını göğsünde söndürecekti ama cevap vermeyecekti. Sonunda Hacer validemiz, “Bunu Rabbimiz mi sana emretti?” diye sorunca, İbrahim a.s. sadece “evet” diyebildi. Bu Hacer validemize yetiyordu. “O zaman git, O bizi zayi etmez.” diyordu. İşte Kâbe’nin yeniden inşası ve namazın hayata ikamesi için seçilen kadın böyle bir imana sahipti.

Çölün ortasında kundaktaki yavrusuyla tek başına kalıyordu da, Rabbi istediği için gönül hoşluğuyla razı oluyordu. Sığınacağı bir evi yoktu, yatacağı bir döşeği de… Sadece birkaç öğünlük yemeği ve suyu vardı.

Ne eşsiz sadakat, iman ve tevekkül!.. Şu ahir zamanda buna ne kadar muhtacız…

Bunca çile neden?

İbrahim a.s. Hacer validemizden uzaklaştıktan sonra bir tepeciğin üzerine çıktı. Oradan Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yeri görüyordu. Ama Hacer validemiz O’nu göremiyordu. İşte tam oradan Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yere yönelip Yüce Mevlâ’ya şöyle dua etti:

“Ey Rabbimiz! Neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harimin’in yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, bunu namazı ikame etmeleri için yaptım…” (İbrahim, 37)

Demek ki bunca yolculuk, bunca hasret, bunca çile namazı ikame etmek için… Namazı ikame etmek ne olabilir? Günlük hayatın merkezine namazı, yani Allah’a secdeyi yerleştirmek… Kâbe’ye, Allah’ın evine yönelerek O’nun huzurunda olduğumuzun farkında olmak… Tayin edilen vakitlerde ve cemaatle eda etmek. Diğer bütün işlerimizi namazın etrafında örgülemek . İşte namazı ikame etmek bu…

Yüce Mevlâ, her bir insanın dünyasını ve ahiretini ilgilendiren bu görevi İbrahim a.s.’a, Hacer validemize ve İsmail a.s.’a vermişti. Yüce Mevlâ sanki bu hadisenin hiç unutulmamasını istiyordu. İnsanların aklından çıkmasın diye duyan herkesin içini yakacak bir hatırayla Kâbe-i Muazzama’yı ortaya çıkartıyordu. İşte bunun için Hacer anamız kundaktaki bebeğiyle ıpıssız çölün ortasında bıraktırılıyordu.

Safa ve Merve tepelerindeki hatıra

Kısa zamanda azık da su da bitti. Bebeğe verecek bir damla süt bile gelmez oldu. Ana yüreği bebeğinin ağlamalarına dayanabilir miydi? Aramaya başladı; bir o tepeye, bir bu tepeye koşuyordu. O sıralarda küçük birer tepecikti Safa ile Merve. Safa tepesine çıkınca bir su kaynağı veya gelip geçen birini görebilmek ümidiyle etrafa bakıyordu. Bir taraftan da uzakta yatan bebeğini gözetliyordu. Bir şey göremeyince kendinden geçercesine Merve tepesine yöneliyordu. İki tepenin arasındaki düzlüğe ulaşınca eteklerini toplayıp hızlıca koşuyor, tepeye doğru tırmanırken yavaşlıyordu. Bebeğinin ağlama sesi geldikçe telaşlanıyor ve koşuyordu.

Bir o tepeye bir bu tepeye altı sefer yapmıştı. Ama ümit verici hiçbir emare gözükmüyordu. Merve tepesine doğru tırmanmıştı; bu yedinci seferiydi. Etrafta yine hiçbir şey yok. Tam o esnada bir ses duydu. Baktığında bebeğinin yakınında bir melek duruyordu. O, Cebrail a.s.’ dan başkası değildi. Yeri eşeledi ve oradan su kaynamaya başladı. Hacer validemiz büyük bir telaşla onu avuçlayıp testisine doldurmaya koyuldu. Suyun boşa akmasını istemiyordu. Onun Zemzem olduğunu, Yüce Mevlâ’nın önce onlara ve daha sonra bütün insanlığa ihsan ettiği bereketli bir kaynak olduğunu nereden bilecekti?

Bir gün Rasul-i Ekrem s.a.v. Hacer anamızın bu halini anlatırken şöyle buyurmuştu: “Allah İsmail’in annesine rahmet eylesin, eğer onu avuçlamasaydı kaynayan bir pınar olacaktı.”

Hacer validemiz sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrail a.s. ise ona şu müjdeyi veriyordu: “Zayi olmaktan sakın korkma! Burada Allah’ın evi vardır. Bu bebek ve onun babası onu yeniden inşa edecekler. Allah onun ehlini zayi etmez.” (Buharî, Enbiya 12; Sünen-i Beyhakî , 5/98)

Herkes davetli

Yüce Mevlâ, Hacer validemizi yavrusuyla birlikte korudu, büyüttü. Geçen kervanlardan Mekke’ye gelip yerleşenler oldu. Derken küçük bir kasaba haline geldi. Daha sonra Allah’ın takdir ettiği bir günde İbrahim a.s ., Mekke’ye geldi ve oğlu İsmail a.s. ile Kâbe’nin temellerini ortaya çıkartıp inşasını yaptı. Mekke ahalisi İbrahim a.s.’a tabi oldu. Onunla birlikte Kâbe’ye yönelerek Yüce Mevlâ’ya kulluklarını yaptı.

Bir gün İbrahim a.s. bütün insanlığı hacca davet etmekle görevlendirildi. Tabii ki Allah Tealâ tarafından… Bu olay, Kur’an-ı Kerîm’de şöyle ifade buyuruldu :

“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan yorgun argın develer üzerinde gelsinler!.. ” (Hac, 26-27 )

İbrahim a.s.’ ın yapmış olduğu bu daveti Yüce Mevlâ yer ile gök arasında bulunan herkese hatta taşlara, ağaçlara, topraklara varıncaya kadar her şeye işittirdi. Bu davete bütün varlıklar “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diyerek itaat etti. (Hakim en- Nisaburî , el-Müstedrek ala’s – Sahihayn , 2/421, 601)

Yoluna gücü yeten herkes davetliydi artık. Kâbe’yi ziyaret etmek için atılan her adım, harcanan her kuruş ibadet olarak yazılıyordu. Hem de farz bir ibadet… Hacca veya umreye gitmeyi arzulamak, niyet etmek, sohbetini yapmak, derdine düşmek, kısaca Kâbe’yi ziyaret uğruna herhangi bir şey yapmak insanın yapabileceği en mübarek amel olarak kaydediliyordu.

Dışarıdan bakıldığında bir seyahat; doğru… İnsan zaten bir yolcu değil mi? Zaten büyük bir kervan içinde akıp gitmiyor mu? Hep mekân değiştirip durmuyor mu? İşte Yüce Mevlâ kulunun bu en önemli özelliğini ibadete çevirmiş. Her bir adımına mükâfat ihsan eylemiş. Evini ziyarete gelenleri anasından doğduğu gün gibi bütün günahlarından temizleyeceğini vaat etmiş. Misafirleri olarak maddi-manevi ikramlarla onları geri göndereceğini haber vermiş…

Son Nebi ve Kâbe

İbrahim a.s.’dan sonra her zaman olduğu gibi toplumda çeşitli yozlaşmalar oldu. Gelen nesillerin bir kısmı İbrahim a.s.’ın yolunu terk etti, putlara tapmaya başladı ve Kâbe-i Muazzama’nın etrafını putlarla doldurdu.

Allah Tealâ , İbrahim a.s.’ın torunları arasından son elçisini gönderdi. Muhammed Mustafa s.a.v.’i Mekke topraklarında nübüvvetle görevlendirdi. Yirmi üç sene içerisinde şirk alameti olarak ne varsa hepsini temizledi. Mekke, Medine ve bütün Arap yarımadası Kâbe’nin sahibine iman eyledi. Bu hidayet halka halka genişlerken, Efendimiz s.a.v. insanı kemale erdirecek bütün hakikatleri ve ibadetleri müminlere öğretti.

Hicretin onuncu senesiydi. Bu senenin, Rasul -i Ekrem s.a.v.’in dünyadaki ömrünün son senesi olduğunu kim bilebilirdi? Allah’ın dinini insanlığa tebliğ yolunda hiç kimsenin tahammül edemeyeceği çilelerle, mücadelelerle dolu peygamberliğinin yirmi üçüncü yılıydı.

Onuncu yılın Zilkade ayında Rasul -i Ekrem s.a.v. hacca gideceğini ilan buyurdu. Bu haber her tarafa yayıldı. Yürüyebilen veya binekli olarak yola çıkabilecek olan herkes hazırlıklarını yapıp Medine’de toplanmaya başladı.

Rasul-i Ekrem s.a.v ., Medine’ye hicretten sonra altı yıl Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edememişti. Altıncı yıl çıkmış olduğu umre yolculuğu, Mekke’deki müşriklerin engellemesi sonucu Hudeybiye’de son bulmuştu. Efendimiz s.a.v. Hicret’ten sonra ancak yedinci yılda Kâbe’yi ziyaret edebildi.

Mekke’de toplam üç gün kalabilmişti. Umresini tamamlayıp geri döndüğünde Mekke’deki müşrikler, ertesi yıl Mekke’nin fethedileceğini nereden bileceklerdi?

Hicretin sekizinci yılında Mekkeli müşrikler Hudeybiye anlaşmasını bozunca Efendimiz s.a.v. büyük bir orduyla Mekke’yi fethetti. Hemen peşinden çevre kabilelere doğru fethi genişletti. Bu esnada Mekke’ye otuz kilometre kadar bir mesafede bulunan Cirane’den bir umre daha yaptı.

Hicret’in dokuzuncu yılında Rasul -i Ekrem s.a.v. Medine’de kaldı. Hac için Hz. Ebu Bekir r.a.’ı görevlendirdi. Hicretin onuncu yılında da hep birlikte hacca gitmek için hazırlıklara başlandı. Bu Allah Rasulü’nün dünya gözüyle Kâbe’yi son ziyareti olacaktı. Bundan dolayı daha sonra bu ziyarete Veda Haccı ismi verilecekti.

Efendimiz s.a.v. Hicret’ten sonra iki umre yapmıştı. Şimdi hac için yola çıkıyordu. İslâm’ın beşinci şartı olan hac ibadetini yapacaktı. Bu esnada hac ibadetinin önemini ve ne şekilde yapılacağını da ümmetine öğretecekti.

Yüce Mevlâ ayetlerini inzal buyuruyordu:

“Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke’de olandır. Mübarek kılınmış ve bütün âlemler için hidayet olmuştur. Orada apaçık deliller ve İbrahim’in makamı vardır. Beytullah’ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar üzerine Allah’ın hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmran, 96-97 )

İhram

Rasul-i Ekrem s.a.v ., Medine’de toplanan yüz bini aşkın müslümanla Zilkade ayının sonlarına doğru yola çıktı. Medine’nin yakınında bulunan ve Medine’lilerin mikat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrama girdi. İki rekât namaz kıldı ve telbiye getirdi:

“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk: Buyur Allahım emrine geldim. Buyur Allahım , senin ortağın yok. Hamd sana. Nimet de hükümranlık da senin. Senin hiçbir ortağın yok.”

İhrama girmek, normalde helal olan birçok şeyi kişinin kendisine haram kılması demektir. Giyinmeden traş olmaya, koku sürünmeden yüzü örtmeye, yeşillik koparmaktan avlanmaya varıncaya kadar birçok şeyden el etek çekmek demektir. Adeta harem topraklarında Allah’ın misafiri olarak ölümü ve ahireti yaşamak… Zorunlu ihtiyaçlarla yetinip, çoğunlukla ibadetle, tefekkürle, tezekkürle meşgul olmak demektir.

Tavaf

Rasul-i Ekrem s.a.v ., etrafında yüz binden fazla Sahabi ile Mekke’ye ulaştı. Benî Şeybe kapısına kadar ilerledi. Kâbe’yi görünce ellerini kaldırıp dua etti. Sonra rida denilen ihram bezinin üst kısmının bir tarafını sağ omzunu açıkta bırakacak şekilde koltuğunun altından geçirip sol omzuna attı ( ıztıba ). Doğruca Hacer-i-Esved’in yanına gitti. Gözyaşlarını tutamıyordu. Ellerini yaslayıp onu öptükten (istilâm) sonra şöyle söyledi:

– Bismillâhi Allahu Ekber . Ey Allahım ! Sana iman ederek (geldim); Kitabını ve Rasulü’nün sünnetini tasdik ederek (geldim).”

Efendimiz s.a.v. tavafa böyle başlamıştı. Biz de O’nun gibi tavaf yapmalıyız. Kâbe’nin etrafında dönmenin, Allah’a itaatin en üst seviyede ifadesi olduğunu bilerek tavaf yapmalıyız. Hacer -i Esved’i öpmek mümkün olmayınca, uzaktan ellerimizi kaldırıp “ Bismillâhi Allahu Ekber ” diyerek istilâm etmeli ve tavafa başlamalıyız. Allah Rasulü’nün gözyaşlarını hatırlayarak gönlümüzün ve gözümüzün nurlanmasını dileyerek başlamalıyız.

İbn Ömer anlatıyor: “ Rasulullah s.a.v. Hacer -i Esved’i istikbal etti ve sonra istilam etti. Sonra da iki dudağını üzerine koyup uzun uzun ağladı. Döndüğünde Ömer’i yanında gördü o da ağlıyordu. Şöyle buyurdu: Ya Ömer, burada gözyaşları dökülür.” (Sahih-i İbn Huzeyme , 4/212)

İbn Abbas r.a. anlattı: “Nebi s.a.v. şöyle buyurdu: Allah, kıyamet gününde Hacer -i Esved’i diriltecek; onun gören iki gözü ve konuşan dili olacak da, kendisini istilâm edenlere dosdoğru olarak şahitlik edecek. ( Tirmizî , Hac 113; Sünen-i Beyhakî , 5/75)

Rabbimiz’e gönlümüzü açıp: “Ey Rabbim! Sana iman ettiğim için geldim. Bu evi mübarek kılanın sen olduğuna iman ederek geldim. Kitabında yer alan ve Rasulün İbrahim a.s.’a yaptırmış olduğun davete icabet ederek geldim. Rasulün Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.’in sünnetine uyarak geldim. Onlar nasıl evini tavaf ettilerse, onların izlerine basarak onların yolundan gitmek için geldim.” diyerek nice hayırlı insanların ve binlerce meleğin arasında tavaf ettiğimizden asla şüpheye düşmemeliyiz.

Sa’y

Tavafı tamamladıktan sonra Rasul -i Ekrem s.a.v ., Safa tepesine yöneldi. Oraya yaklaşınca Safa ve Merve’nin Allah’ın şiarlarından (mübarek kıldığı sembollerden) olduğunu bildiren Bakara 158. ayetini okudu. Üstüne çıkınca Kâbe’ye doğru döndü ve oraya bakarak tehlil ve tekbir getirdi:

– “Allah’dan başka ilâh yoktur. Tektir. Eşi ve ortağı yoktur. Hükümranlık O’nun, hamd , O’na mahsus. Diriltir, öldürür; her şeye kadirdir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yok. Vaadini yerine getirdi, kuluna yardım etti. Toplanmış olan bütün kabileleri, tek başına bozguna uğrattı.”

Bir müddet dua ettikten sonra Safa tepesinden Merve tepesine doğru yürümeye başladı. İki tepe arasındaki düzlüğe ulaştığında hızlıca ve salına salına koştu. Merve tepesine yaklaşınca yine yukarıdaki ayeti okudu ve tepeye varınca Kâbe’ye dönerek tekbir ve tehlilde bulundu. Dua yapıp Safa tepesine doğru döndü.

Allah nasip eder de hacca veya umreye gidersek, Hacer validemizi mutlaka hatırlamalıyız. Safa ile Merve tepeleri arasındaki sa’y (hızlı yürüyüş, koşturma) onun bir hatırasıdır. O kendisinden sonra gelen bütün insanlık için bir görevi üstlenmişti, namazı hayata ikame etme görevini. Bu görevi yerine getirmek için Ürdün’den Mekke’ye hicret etti. Bebeğiyle yapayalnız çölün ortasında hayat mücadelesi verdi.

Safa tepesinden Merve tepesine koşturup durması, Kâbe’yi yeniden inşa edecek olan bebeğinin hayatta kalması içindi. Yeryüzünde kılınan her namazda Hacer anamızın, İbrahim ve İsmail a.s.’ ın hakkı ve hatırası vardır. Bizim için o çilelere katlanan Hacer anamızın çektiği ıztırabı bizim hissetmemiz mümkün değildir. Ama sa’y yaparken Hacer anamızı hatırlayarak onunla koştuğumuzu düşünebiliriz. İsmail a.s.’ ın ağlama seslerini hayal edebiliriz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in Hicret’ten yedi yıl sonra etraftan seyreden Mekkeli müşriklerin bakışları altında büyük bir hasret ve iştiyakla burada sa’y ettiğini düşünebiliriz. Böylece bir anlamda namazın hayata ikamesi hususunda verilen mücadelelere katılmış oluruz.

Safa ile Merve arasında sa’y etmek sadece yürümek veya koşmaktan ibaret değildir. Onlar, Allah’a davetin, O’na kulluğun ve bu uğurda çekilen çilelerin şahitleridirler. Bunun için Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

“Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir beis yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” (Bakara, 158)

Vakfe

Rasul-i Ekrem s.a.v., Zilhicce’nin sekizinci günü Mina’ya çıktı. Orada bir gece kalıp ertesi gün Arafat’a hareket etti. Orada veda hutbesini irad buyurduktan sonra, öğle vaktinde öğle ile ikindi namazlarını birleştirerek kıldı. Sonra Rahmet tepesinin eteğine gelerek devesini kayalıklara yaklaştırıp Kâbe’ye doğru yöneldi. Ellerini kaldırıp duaya başladı. Güneş batıp sarılığı gidinceye kadar uzun bir süre duaya devam etti. Allah’a imanını ve teslimiyetini dile getirdi. Bol bol tevbe etti. Her türlü kötülükten ve musibetten O’na sığındı.

Arafat meydanı, hac yolculuğunun son noktasıdır. Gidişin noktalanıp dönüşün başladığı mekândır. Orası adeta saatlerin durması, derin bir ömür muhasebesinin yapılması gereken bir yerdir. Günahların döküldüğü ve ilâhi lütufların çekildiği bir yer. Herkesin kendi derdine yandığı bir yer. Yeryüzünün her köşesinde alev alev yanan gönüllerin niyazlarını bir araya getirdikleri bir meydan…

Orada Mevlâ’ya yükselen tevbelerin ve niyazların arasında herkes kendi derdine düşmeli, günahına yanmalı, gözünü etraftan kurtarmalı, sadece Rahman’a yalvarmalı. Ömürde belki de bir daha nasip olmayacak olan bu ânı , sadece Yüce Mevlâ’ya niyaza ayırmalı.

Veda zamanı

Rasul-i Ekrem s.a.v., güneş battıktan sonra Müzdelife’ye hareket etti. Ertesi gün Mina’da şeytan taşladıktan sonra kurbanlarını kesti ve Kâbe’ye doğru yolculuğuna devam etti. Ziyaret tavafından sonra tekrar Mina’ya çıktı. Üç gün peş peşe Mina’da ikamet buyurduktan ve bu günler içinde her gün üç mahalde şeytanı taşladıktan sonra Kâbe’ye döndü. En sonunda veda tavafını yaptı.

Veda tavafından sonra Efendimiz s.a.v. Mekke’den ayrıldı. İbadetlerimizi nasıl yapacağımızı kendisinden öğrenmemizi ve nasıl ibadet ediyorsa öyle ibadet etmemizi tavsiye ediyordu. Şöyle buyurmuştu:

“ Menâsıkınızı ( Hacc ve umre ile ilgili ibadetlerinizi) benden alın; bilemiyorum, belki de bu hacdan sonra hac yapamam.” (Müslim, Hac 310)

. . .

İlk insandan itibaren yeryüzü ehlinin kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, müslümanların sadece ibadetlerinin değil, hayatlarının ve anlayışlarının da kıblesidir. Âdem a.s.’ dan Muhammed Mustafa s.a.v.’e kadar bütün peygamberler bu hakikatin şahitliğini yapmışlardır. Günlük yaşantımızda yerini alan Beytullah’ı dünya gözüyle ziyaret etmek dinimizin beş temel şartından biridir. Onu ziyaret etmenin insana neleri kazandıracağı, ziyaret etmeden asla anlaşılamayacak hakikatlerdendir.

Diller donuk, gönül yanık, kelimeler aciz kalıyor. Yüce Mevlâ kullarına Kâbe’nin sıcaklığını, ziyaret esnasında ihsan ediyor. Bunu yaşamak lazım. Gücü yeten herkesin ömründe bir kez olsun yaşaması lazım…

Yön ve Yönelmek Neden Önemli?

Yüce Mevlâ’nın mekânı yoktur. Ne mekân, ne zaman, hiçbir şeyle sınırlı değildir. Çünkü yeri ve zamanı yaratan O’dur . Yaratılmış olan bütün varlıklar ise sınırlıdır; hepsine bir mekân tayin edilmiştir. Melekler gibi manevi varlıkların, insanlar gibi hem maddi hem manevi yönü olan varlıkların ve dağ-taş gibi tamamen maddi varlıkların da bir mekânı vardır. Dolayısıyla bütün varlıkların bir yön’ü vardır. Mekânı ve yönü olmayan tek varlık Allah Tealâ’dır .

Şuurlu varlıkların ve tabii ki bunların arasında insanın anlayışında, hissedişinde mekân ve yönün çok büyük önemi vardır. İman ettiği Yaratıcı’yı görmek, O’na yönelmek, hatta mümkün olsa dokunmak ister. Halbuki Yüce Mevlâ, zamandan da mekândan da münezzehtir. Bunun için Yüce Rabbimiz, kullarının fıtratlarına uygun olarak görebilecekleri, dokunabilecekleri, yönelebilecekleri bir mekânı kendisini temsil etmek üzere evi olarak tahsis etmiş ve bereketlendirmiştir.

Melekler, cinler ve insanlar, Allah Tealâ’nın sonsuzluğuna ve sınırsızlığına iman ederler. İbadetlerini ise kendilerine verilmiş olan bedenleri ve ruhlarıyla yaparlar. Meleklerin bedenleri nurdan, cinlerin dumansız ateşten ve insanlarınki ise topraktan yaratılmıştır. Her birisi sınırlı varlıklarıyla, kendilerine tayin edilmiş olan mekânlarda ibadetlerini yaparlar ve ibadetlerini yaparken mutlaka bir tarafa doğru yönelirler.

Ne tarafa yönelirlerse yönelsinler, hakikatte Yüce Mevlâ her an onların karşısındadır. Bununla birlikte onlara mekân ve yön anlayışını veren Yüce Mevlâ, kullarına lütufta bulunmuş ve anlayışlarına uygun olarak kendisini temsil eden bir mekâna onları yönlendirmiştir. Ona yönelmeyi ve onu ziyaret etmeyi kendine yönelme ve kendini ziyaret etme olarak kabul buyurmuştur. Onu ziyarete gelenleri kendi misafirleri olarak isimlendirmiştir. Sema ehli için bu mekân Beytü’l -Mamur’dur. Yeryüzüne indirilen insanoğlu için de göklerdeki Beytü’l -Mamur’un tam izdüşümü olan Kâbe-i Muazzama’dır. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ifadesine göre Beytü’l-Mamur’dan bir şey düşecek olsa, yeryüzünde tam da Kâbe-i Muazzama üzerine düşecek kadar aynı hizada kılınmışlardır.

 

Mehmet IŞIK , Semerkand Dergisi, Aralık 2005.





Yorum yapın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir