Orta Yol’u Bulabilmek
İfrat, nomal ölçülerden ileriye gitmek; tefrit ise normal ölçülerin gerisinde kalmaktır. Güç ve enerjiyi yerli yerinde kullanmak ve haddi aşmamak şeklinde tanımlanan itidal ise; ölçülü ve dengeli olmak, vasatta yani orta yolda bulunmak, istikamet çizgisinde olmak demektir.
İfrat ve tefrit, aşırılık ve hamiyetsizlik makbul olmayan, dinimizin nazarında hoş karşılanmayan davranış biçimleridir. Makul olan itidal üzere orta yollu hareket etmektir.
Davranış ve sözlerdeki aşırılıklar, taşkınlıklar insanlar arsındaki sevgiyi, dayanışmayı ve kaynaşmayı olumsuz etkilemekte, cemiyeti birbirine karşı yabancılaştırmakta, hatta düşmanlıklara, huzursuzluklara sürüklemektedir.
Sözün, işin, davranışların, kısacası ahlâkın en güzeli itidal ortamında oluşur. Saldırganlık ve korkaklık halinin arasında, cesaret denilen övgüye layık, makbul ahlâk zuhur eder.
Saldırganlık ve korkaklık zemmedilmiş, yerilmiş; cesaret ise övülmüş bir ahlâk olarak görülmüştür. İsraf ve cimrilik de kınanmış, cömertlik ise övülmüştür.
Saldırganlık ve cimrilik ifrat, korkaklık ve israf tefrit, cesaret ve cömertlik ise orta yoldur. Müslüman orta yol (vasat) üzere bulunur. Aşırılıklara, taşkınlıklara temayül etmez.
İtidal bu güzide ümmetin vasfıdır. İtidal üzere olmak onun özelliklerindendir. Bu hususta Rabbimiz Kur’an -ı Kerim’de: “Sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasulün de sizin üzerinizde bir şahit olması için, sizi orta (dengeli) bir millet kıldık.” (Bakara, 143) buyurur.
İtidal üzere olmak, orta yollu hareket etmek ancak güçlü bir irade, sabır, ilim ve tevazu gibi güzel hasletlerle başarılabilir. Bu güzel hasletlerden mahrum olan, nefsinin ve duygularının etkisiyle itidalini kaybeder ve görülmemiş taşkınlıklar yapar.
Rehberimiz ve örneğimiz Fahr-i Alem s.a.v.’in yemesi-içmesi, giyinmesi, oturup-kalkması, konuşması, aile hayatı, insanlarla muaşereti, cihadı, ibadeti, tebliği… bütün hayatı gönül ikliminde çiçek çiçek açan rahatlatıcı bir denge, bir itidal ortamı sergilemektedir. O’nun izi üzere yürüyen tüm müttakiler ve vârisi olma şerefine ermiş rabbanî alimler, Allah dostları da O’nun ahlâkıyla ahlâklanmış, her türlü taşkınlık ve aşırılıktan uzak, dengeli bir hayat yaşamışlardır. Çevresindekilere nebevî birer örnek olmuşlar, kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir.
Ölçülü ve dengeli olmak tahmin edildiği kadar kolay olmayabilir. Hatta denilebilirki insan için en zor olan şey ölçülü ve dengeli, yani itidal üzere olmaktır. Hele de belli konularda değil, bütün hayatta ölçülü ve dengeli olmak çok zor olduğu kadar, aynı zamanda kemâl ifadesidir. Bu bakımdan önümüze çıkan herkesten itidal üzere olmalarını beklemek beyhude olur.
Fakat bütün bunlara rağmen insanoğlundan beklenen, ölçülü ve dengeli olmasıdır. Düşüncesinde, fikrinde ve davranışlarında ölçülü ve dengeli olması beklenen tek varlık da insandır.
Ölçü ve denge unsurunun en gerekli olduğu yer kabul ve red, sevgi ve nefret olduğu halde, maalesef en çok bozulup kaybolduğu yer de burasıdır. Zira diğer bütün değerlendirmeler bunlara bağlıdır. Her şeyde ölçü ve dengeyi getiren müberra dinimiz, bu hususta da Fahr-i Cihan s.a.v.’in lisanıyla açık ve kesin çizgileri çizmiştir: “Sevdiğiniz şeye karşı aşırı gitmeyin, belki bir gün nefret edersiniz. Buğzettiğinizde de aşırı gitmeyin, belki bir gün seversiniz.”
Burada Habib-i Edip s.a.v.’in dikkatimizi çekmek istediği nokta şudur: Sevgide kapıları ardına kadar açıp hiçbir mahremiyet bırakmamak ve fıtrî zaafları hesaba katmamak; nefrette de bunun tam aksine gönül kapılarını tamamen kapamak ve bir daha açmamak üzere kilitlemek, ilâhi iradenin gelecekteki takdirini peşinen reddetmektir.
Yani bir insanın şu andaki hali hakkında belirli bir kararın ve kanaatin sahibi olmak demek, şahsın geleceğini aynı çizgide tutmak veya öyle olacağını söylemek demek değildir. Böyle bir tutum adeta ilâhi iradeyi ipotek altına almak olur ki, bu noktada insanoğlu irade ve güç sahibi değildir. Zaten içinde bulunduğu olayların altından kalkamayan aciz ve nakıs insanın, bütün bunlara karşılık, geleceğe hükmetmesi mümkün değildir. O halde insanın, ifrat ve tefritten şiddetle kaçınıp itidal sahibi olmasından başka çıkar yolu yoktur.
İfrat; riyakârlık, dalkavukluk gibi tezahür edebileceği gibi, ihtiras ve tamah şeklinde de ortaya çıkabilir. Bunların hepsi birbirinden tehlikeli ve çirkindir. Bunun için dinimiz, ilâhi muhabbete götüren yolların dışında aşırılığı, mübalağayı nehyetmiştir .
Evet; dinimiz sadece söz ve davranışlardaki ifrat ve taşkınlığa değil, ibadetlerde dahi aşırılığa ve tabiatı zorlayıcı tarzlara müsaade etmemiştir.
Rabbimiz ayet-i celilede, “Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlar için bir öğüt olsun diye indirdik.” (Tâhâ, 2-3) buyurmuştur.
Nitekim bütün gün ve gecelerini ibadetle geçirmek isteyerek kendi hukukunu ve aile hukukunu çiğneyen sahabiye Rasul-i Ekrem s.a.v. mani olmuş, kendi hayatından misaller vererek ifrata kaçmamasını emretmiştir.
Tefrit de gizli bir inkârın tezahürü olabileceği gibi, haset ve kıskançlık neticesinde hakkı ketmetmek manasına da gelir ki, bu durum dinimizce tasvip edilmemiş, müminler bundan sakındırılmışlardır.
Tefrit bir bakıma Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümit kesmektir. Bu tür davranışlarda hiyanet ve suizan -az veya çok- vardır. Dolayısıyla tefrit de ifrat gibi müslümana yakışmayan, onun inancıyla, şahsiyetiyle bağdaşmayan çirkin bir davranıştır.
İtidal ‘Sırat-ı Müstakim’dir, tam bir istikamettir. Düşüncede, fikirde ve tatbikatta dengeyi temin etmek, mutedil olmak, istikamet üzere olabilmek için iki aşırı uç olan ifrat ve tefritten mutlaka kaçınmak şarttır.
Fahr-i Alem s.a.v.’in “beni ihtiyarlattı” dediği Hud Suresi’nde Mevlâmız, “ emrolunduğun gibi dosdoğru ol” buyurmuştur. Yani sana ne emrediliyorsa öylece yap. Kendinden bir fazlalık katma ve eksiltme.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Fahr-i Cihan s.a.v.’in ümmetini “orta ümmet” olarak vasıflandırmaktadır. Aslında bizler son peygamberin ümmeti olduğumuz için ‘son ümmet’ olarak anılmamız gerekir. Oysa ayette ‘orta ümmet’ tabirinin geçmesinin sebebi, geliş ve zaman itibariyle ortada olmak değil, orta yolu izleyen, dengeli ve ölçülü olan, aşırılıklardan uzak bulunan ümmet olmamız murad edildiği içindir.
Müminin mutedil olmayı başarabilmesi için nefsini aradan çıkarması gerekir. Allah dostlarının “Çekilirsen aradan sadece kalır Yaradan” diye ifade ettikleri gerçek budur. Eğer kul Allah için sever, Allah için buğzeder ve nefsini işin içine karıştırmazsa, İslâm’ın koyduğu ölçüyü ve dengeyi gerçekleştirmiş olur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu da bir kemalât ifadesidir.
Nefsin bedenle ilgili ihtiyaçlarının da belirli bir denge içinde tatmin edilmesi esastır. Böylesi bir denge ne bedenin ihtiyaçlarını bütünüyle terketmek, ne de aşırıya gitmek anlamındadır. Bedenî ihtiyaçlarda aşırıya gitmek, bedenin güçleri olan şehveti, gazabı, öfkeyi, duygu ve düşünceleri iptidai yönde geliştirecektir. Dengeli ve meşru bir tatminde ise bedenin meşguliyetlerinden kurtulan kalbin Allah’a dönmesi ve hakikatleri olduğu gibi anlama kabiliyeti kazanması mümkün olacaktır.
Kullar nefisleri hesabına düşünüp, o doğrultuda hareket ettikçe ifrat ve tefrit tuzağından kendilerini kurtaramazlar.
Kulun bu zoru başarabilmesi, ciddi bir terbiye ve üst bir iradenin konrolünü gerektirir. Günümüzde bir çoklarının mümin kardeşleri için taassuba saplanmaları, kendileri hakkında da ifrata kaçmaları tamamen bu zor karşısındaki başarısızlıktandır.
Sevgi ve nefretimize, kabul veya reddimize esas teşkil etmesi gereken ilâhi ölçülerin yerine başka ölçülerin hakim olması fıtrata (yaradılışa) aykırıdır. Dolayısıyla en büyük ölçüsüzlük, dengesizlik fıtrata aykırı düşmekle başlar. Fıtrat, mahiyet ve maksat itibariyle çok iyi bilinmelidir.
Mutedil olmak bir mümin için mecburiyettir. Bunun için kalbin ve aklın tatmin edilmesi, yani inanç ve fikir olarak İslâm’ın kalbe ve akla hakim olması icabeder .
İtidalini kaybeden, akl-ı selimden uzaklaşan fert ve toplumlar netice itibariyle nefse, şeytana ve kötü çevreye mahkum olur ve tüm değerlerini kaybederler.
İlâhi nizam gereği Allah’ın dostlarıyla, rabbanî alimlerle İslâm’ı müşahhas olarak yaşamalı; terbiyeyi de bu istikamette zahiriyle batınıyle bir bütün olarak ele almalı ve gerçekleştirmelidir.
Hakkı hakk olarak görmek ve ona tabi olmak, ömür boyu sürecek bir mücadele ve ısrarla sürdürülmesi gereken yoğun bir sabır ve çile işidir.
Rabbimiz bizleri ifrat ve tefritten uzak duran mutedil kullarından eylesin.
Rabbimiz’in tevfik ve inayeti ile…
Mübarek Erol, Semerkand Dergisi, Ekim 2003.