Yaradılış Mayamıza Dönüş: Fıtratı Hatırlamak
Elest Bezmi’nde Yüce Allah’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf/172) sorusuna bütün ruhların “evet” cevab vermesiyle başlayan insanlık macerası, aslında gerçek ile yalan, hakiki ile sahte, normal olan ile olmayan arasndaki gerilimin ve gidiş-gelişin hikayesidir.
Yaratılış mayası meleklerin safiyeti kadar temiz olan insanın, Elest Bezmi’nden sonra dünya hayatına adım atışı, yaratılışındaki temizlik ve saflığı muhafaza edip edemeyeceğinin sınandığı bir imtihandan başka nedir ki?
Yaradılış mayası, yani fıtrat. Bugün, belki her zamankinden daha çok bu gerçeği keşfetmeye muhtaç insanlık. Keşfetmeye ve bulacağı o safiyete göre hayatını yeniden düzenlemeye…
Meleklerde irade gücü bulunmadığını biliyoruz. Bundan dolaydır ki, meleklerden kötülük ve günah asla meydana gelmez. Deyim yerindeyse, melekler yaratıldıkları andan itibaren, hayatlarını kendileri için tayin edilmiş istikamette yaşamaktan başka birşey yapamazlar. Bu bir zorlama değil, bir yaratılış özelliği, yani tabii bir durumdur. Tıpkı bir dişi kuşun, kursağında sindirilmeye hazır hale getirdiği besinleri yavrularnın ağzına aktarması ve tıpkı bir kovandaki işçi arıların, kraliçe arının emrinden çıkmamaları gibi…
Yaradılıştaki Safiyet
İnsan da ilk yaratıldığında tıpkı diğer varlıklar gibi temiz, saf ve eğrilik nedir bilmeyen bir yapıdadır. Özünde sadece yaratıcısını dinleme ve O’nun gösterdiği istikamette yürüme arzusu ve eğilimi vardır ki, buna biz “fıtrat” diyoruz. Yani yapısında herhangi bir bozukluk, sapma, başkaldırma ve bulanıklık olmaması hali.
Bu öyle bir hal ki, dünya nasıl hiç sapmadan kendi etrafındaki dönüşünü 24 saatte ve güneş etrafındaki turunu 365 gün 6 saatte tamamlıyorsa; dışarıdan bir müdahale olmadıkça tabiattaki denge kendisini muntazam bir ilişkiler ağı içinde nasıl muhafaza ediyorsa; insan da ilk yaratıldığı anda kainatın mükemmel nizamına uyumlu, her şeye hakim olan ilâhi yasalara uygun yaşamaya hazır yapıdadır.
İşte insanın doğuştan getirdiği esas özellik bu. Yani fıtrat bu. Ama tam bu noktada, yeryüzüne irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olarak gelmenin, insan olmanın cilveleri de başlıyor. Fıtratı muhafaza için çaba ve mücahede gerekiyor.
Suyu Kim Bulandırıyor?
Kur’an-ı Kerim’de, bir imtihan alanı olan dünyada, insanoğlunun yolunu kesecek, onu yanlış yönlere sevketmeye çalışacak düşmanları olduğu bildirilmiştir. İnsanın en önemli düşmanı olan İblis’in, insan aldatmak için nasıl hareket ettiği, düşündürücü bir tarzda dile getiriliyor. Araf Suresi’nde İblis’in, “Adem’e secde edin” emrine baş kaldırdıktan sonra cennetten kovuluşu dile getirilir ve şöyle buyurulur:
“Allah, ‘öyleyse in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen, aşağılıklardansın’ buyurdu. İblis, ‘bana, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’ dedi. Allah, ‘haydi, sen mühlet verilenlerden oldun’ buyurdu. İblis, ‘öyleyse beni azdırmana karşılık, and olsun ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım’ dedi.” (A’raf/13-16)
Burada İblis’in hareket tarzını dile getiren ayette ilgimizi çeken nokta şurasıdır:
İblis, insanları saptırmak için doğru yolun üstüne mevzileneceğini söylüyor. Bu demektir ki, İblis kendilerini aldatıp saptırmadan önce insanları doru yol üzerinde bulunmakta, yani fıtratlarına uygun hareket etmektedirler.
Fıtrata Uygunluk Hali: İslâm
Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz bu durumu şöyle ifade buyurur: “Her doğan (çocuk) fıtrat üzere dünyaya gelir. Daha sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya ateşperest yapar.” (Buharî, Müslim)
Yeni doğan çocuk, Yüce Allah’ın bütün varlıklar üzerine hakim kıldığı ve bütün varlıkların yaratlış mayasna koyduğu aslî hal, başlangıçtaki bozulmamış yaratılış özellikleriyle dünyaya gelir. Çocuk, ana-babası ve çevresi tarafından aksi doğrultuda yönlendirilmedikçe bu doğal, asli hal içinde doru yolda yürür ve fıtratının tabii bir sonucu olarak hakikatle iç içe yaşar.
İnsanın dünya hayatına adım attığı anda ne iyiliği, ne de kötülüğü varlık cevherinde taşıdığını söyleyen görüş yanlıştır. İnsan, iyinin, güzelin ve doğrunun kaynağı olan fıtrat üzere yaratıldığı için iyiliği, güzelliği ve doruluğu douştan getirir.
Bunun en önemli kantı, hadiste Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in, fıtrat üzere doğan çocuğun, sonradan ana-babası (ve çevresi) tarafından yahudi, hıristiyan veya ateşperest yapıldığını haber vermesidir.
İslâm, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden bir ‘inanç ve ibadetler bütünü’ değil sadece; aynı zamanda bütün varlığa ve kainata hakim olan yaratlış yasasnın, tabii durumun ve aslî halin adıdır. Yaratcı’ya boyun emek ve O’na teslim olmak sadece insanın doğal tavrı değil, aynı zamanda insan dışındaki canlıların ve evrenin de tavrıdır. Kur’an, göklerde ve yerde olanların, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların da secde ettiğini (Hac suresi/18) bildiriyor.
İslâm olmak, sadece dinler içinde bir dini benimsemek değildir. O, aynı zamanda varlığın temelindeki hakikati kavramak, tabiata ve evrene hakim olan yaratılış nizamına uygun davranmak, gördüğü ve görmediği, canlı ve cansız olarak isimlendirdiği bütün varlıklarla birlikte ayn hakikati terennüm etmek demektir.
Yüce Allah, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in şahsında bütün müslümanlara şöyle hitap etmektedir:
“Sen yüzünü hanif olarak din’e, Allah’ın, insanları yarattığı fıtratına çevir.” (Rum/30)
Fıtratın Bozulması Ne Demek?
Diğer varlıklardan farklı olarak insana -ve bir de cinlere- hayat macerasnda istediği istikamette yürüme fırsatı verilmiş olması, bütün bir hayatın imtihan olmasının bir gereğidir. İnsanoğluna bu seçme frsatnı sağlayan kuvvete “irade” diyoruz.
İnsandaki bu kuvvet ve kabiliyet, varlığının özünde bulunan safiyetten, uyumlu ve dosdoğru yürüyüşten sapma yolunda kullanılabilir. İşte insanın fıtratı da o zaman bozulmaya ve yabancı unsurlarla zedelenmeye doğru gider.
Yukarıda zikrettiğimiz hadiste yer alan ifadeyi hatırlayacak olursak, Efendimiz A.S. çocuğun ana-babası hangi din ve inanç sistemi üzere bulunuyorsa, çocuğu da o yola sevkedeceklerini haber vermektedir. Bu, çocuğun sadece belli bir dine sokulması değil, aynı zamanda fıtratının da bozulması demektir.
Tıpık berrak ve tertemiz suyla dolu bir kaba sonradan zift doldurulup şişenin içindeki safiyetin bozulmasına yol açmak gibi, evrenin ve içindekilerin ve tabii bu arada insanın da tek varlık yasası olan “fıtrat”ın, aykırı ve yabancı unsurlarla kirletilmesi demektir bu.
İşte insan, varlığının özündeki safiyeti, kendisine verilen iradeyi kötü istikamette kullanarak bozmaya başladığı andan itibaren, varlık yasalarna baş kaldırmış, kirlenmeye ve kirletmeye başlamış demektir.
Yolcuyu hedefinden saptırarak ters yollara sevkeden bu süreç başladıktan sonra, tevbe edilip doğru istikamete girilmedikçe yanlış yönde ilerleme devam edecek, yani hedeften gittikçe uzaklaşan yolcu karanlıklar içinde kaybolmaktan kurtulamayacaktır. Efendimiz bu durumu şöyle beyan ediyor: “Mü’min kul bir günah işlediği zaman kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe ederse o nokta silinir ve kalbi cilalanır (eski haline gelir). Eer günah işlemeye devam ederse o noktalar da artar ve nihayet bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, bn-i Mace, Ahmed b. Hanbel)
Her Günah Fıtrata Bir Darbe
Bu çok net açıklama şunu anlatıyor: Fıtratı kirleten, bozan her türlü davranış yanlıştır ve bu anlamdaki her yanlış dinimiz tarafından günah olarak isimlendirilmiştir. Bir diğer şekilde söylersek, her günah, fıtrat kirleten, zedeleyen ve bozan bir “müdahale”dir.
Fıtrat kirliliği son aşamaya geldiği zaman insanın kalbi mühürlenir. Kalbi mühürlenen insan da artık hakikatleri kavramaktan uzaklaşmış bir varlık olarak, hem kendisine hem de çevresine her türlü zararı verebilecek bir varlığa dönüşmüştür.
Şu halde en başta söylediklerimizi de hatırlayarak şu noktanın altnı bir temel tesbit olarak çizmeliyiz: İnsan denen varlığın, yaradlışından ve özünden getirdiği değerlere (yani fıtrata) uygun davranışın tek adresi vardr: İslâm.
İslâm, aslî olandır, tabii olandır, yaratlış cevherinin muhafaza edilmesinin tek yoludur. İslâm, varlığın ve hayatın dinidir.
Bunun karşısında günahlar ve küfür ise arzî, yani sonradan olmadır. Aldatcıdır, kirleticidir, sahte değerleri temsil eder ve fıtratı yozlaştırır.
“İnsan” kelimesindeki “unutmak” anlamı, insanın, varlığın temeli olan İslâm’a yaradılıştan meyilli, kabiliyetli ve uygun yaratıldığına bir hatırlatmadır. Tekrar belirtelim, burada İslâm’dan kastımız sadece dar anlamda “inanç, ibadet ve ahlâk” ilkeleri ile sınırlı somut emir ve yasaklar bütünü değildir. Varlığa hakiki anlamını veren, bütün alemlere hakim olan varlık yasalarıyla uyum içinde bulunmamızı sağlayan temel ve yegâne doğru tavırdır. Bu tavrı benimseyen insanın, iç içe halkaların en dışta olanından içeriye girdiğini kabul edersek, sonraki halka, bu kabulün insana yüklediği “doğru biçimde iman etme” yükümlülüğü olduğunu görürüz. Ondan sonraki halka ise amel. En içteki halkayı da tasavvuftaki prensipler oluşturuyor.
İşte bu halkalar bir bütün olarak “fıtrat”ı oluşturuyor. Bu kelimeye eşanlamlı olarak bu çerçevede “ahlâk” kelimesini önerebiliriz. Zira hulk ve halk, yani yaradılış kelimelerinin aynı kökten türemiş olması anlamsız değildir. Şu halde ahlâklı insan, yaratılışın mayasnı oluşturan “öz”e; tebdile ve bozulmaya uramamış aslına uygun düşünen ve yaşayan insan demektir. Ahirette yüce huzura kalb-i selim ile varanların kurtulduğunu bildiren Kur’an ayetini de bu doğrultuda anlayabiliriz. Zira selim olmak, bulanıklıktan, karışıklıktan, aykırı unsurlar içermekten ve arızadan uzak olmak demektir.
Bu geniş anlamıyla İslâm’a aykırı düşen insan ise, yaratılış suyunu bulandırmış, asıl yapısını bozmuş ve dolayısıyla yaratılışından gelen doğal-ilahî-doğru varlığına, yapay-gayri ilahî-yanlış unsurlar eklemek suretiyle saf varlığını kirletmiş insandır. “Küfr” kelimesinin, örtmek ve karanlık gibi anlamlar ihtiva ettiği de hesaba katılırsa, “kâfir” kelimesinin, gerçeğin üzerini örten ve varlığın aydnlık gerçeğini yanlış telakkilerin ve değer yargılarının karanlığına maruz bırakan kişiyi anlattığı sonucunu çkarabiliriz.
Keza “nifak” kelimesi de geçmek ve nüfuz etmek anlamı taşıdığından, münafıkın kalbindekiyle dilindekinin birbirini yalanlayan şeyler olması dolayısıyla hakikatin içine yanlışı, sahteyi sokan kimse olduğunu söylemek mümkün.
Netice şudur: İman, fıtrata uygun, onun gerektirdiği doğal durumdur. Küfür ise bu doğal, temiz ve saf yapıya sonradan arz olan yabancı ve aykırı bir durumdur ki, imanın saflığını bozan harici bir müdahaledir. Yani iman fıtrîdir, küfür ise arzîdir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i kudside “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. (Ancak) onlar(ın kâfir olanlarnı) şeytanlar dinlerinden çevirdi” buyurulmuş olması bu hakikatin dile gelişidir.
———————————————————————————————————-
Fıtrat Ne Demek?
“Fıtrat”, Arap dilinde “ilk defa yarattı, yaptı, yardı” anlamndaki “fatara” kelimesinden gelen bir isim. Bu anlam, bünyesinde orijinaliteyi, tazeliği ve saflığı da barındırır.
“Fatara” kelimesinin anlamını daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim: Hiçbir ışığın olmadı zifiri karanlık bir gecede etrafa göz gezdirdiğimizi düşünelim. Hiçbir noktada karanlığı yaran bir ışık, bir delik göremeyiz. Sanki herşey karanlıkta ve yoklukta kapanık vaziyettedir. Sonra bir yerden ani bir ışık çaktığını tasavvur edelim. İşte bu ışığın aniden belirerek karanlığı yarması “fatara” kelimesi ile ifade edilir ve bu ani beliriş “fıtrat” halidir.
Bir şeyden başka birşeyin, bir tohumdan bir tanenin ve tomurcuktan çiçeğin çıkması olaylarında, ilk maddenin bozulmasından ikincinin vücut bulması söz konusu iken, yokluktan varlığa çkarmada (fatr) böyle bir bozulma durumu yoktur. Bunun için fıtrat kelimesinin bünyesinde, eskilerin “mahz-ı salâh” dedikleri “katkısız saflık, sıhhat ve pürüzsüzlük” vardır. (Elmalılı, Hak Dini, 3/1889-1890)
Fıtrat kelimesinin bu dikkat çekici anlamı dolayısıyla Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
“O halde sen yüzünü dine, Allah fıtratına bir hanif olarak tut ki, insanları onun üzerine yaratmıştır” (Rûm suresi, 30)
———————————————————————————————————–
İslâm Fıtrat Dinidir
Din, yani İslâm fıtrattır. Bir başka deyişle yaradılışın ilk tarzı ve tavrı ne ise, İslâm da insanları o bozulmamış ve dejenere olmamış berraklığa çağırmaktadr. Bu incelik sebebiyle “İslâm fıtrat dinidir” denmiştir.
Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafndan bulandırılmasna izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.
Yaradılışından getirdiği “güzele, iyiye, doğruya yatkınlık, ünsiyet” sebebiyle “insan” ismini almış olan varlık, ancak bütün benliğiyle “din”e, yani İslâm’a, yani “fıtrat”a yöneldiği zaman, evren içindeki ahenk sağlanmış, büyük alem ile küçük alem arasındaki uyum temin edilmiş olur.
Ebubekir Sifil – Semerkand Dergisi, Aralık 2001.