Zahir ile Batın Çatışır mı?
İslâm tarihinin belli dönemlerinde, İslâm’ın zahirî hükümlerini öğreten medrese ile, batınî edebini öğreten tasavvuf ehli arasında tartışmalar yaşanmış, bazen de haksız yere birbirlerini incitmişlerdir. Günümüzde de benzer tartışmalara rastlamak mümkündür. Her ki grup da haklı olduklarını ve bunu din adına yaptıklarını söylüyorlar. Eğer her iki grup da haklı ise bu çekişmenin sebebi ne olabilir?
Bugüne değin Ehl-i Sünnet çizgiden kopmamış zahir ehli ile batın ehli arasında olagelen çekişmeler iyi incelenirse görülecektir ki, birbirine zıt olan ve çekişen dinin zahir ile batın ilmi değil, bu ilimlere sahip olduklarını söyleyen bazı kimselerin ıslah olmamış nefisleridir.
Bazıları zahir ilmi ile batın ilmini ayrı düşünür, ikisini birbirine zıt görür, bunun için batın ilminin reddedilmesi gerektiğini söyler. Bazıları da asıl olanın batın ilmi olduğunu, zahirin şekil, resim ve temsilden ibaret bulunduğunu, zahirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı ilgilendirdiğini, hali ileri ve yüksek olanların bu tür sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek dinin temelini oluşturan zahiri ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek belirtelim ki, her iki grup da İslâm aleminde büyük fitne ve yıkıma sebep olmuşlardır.
Birinci grup Kur’an ve Sünnet üzere kurulu tasavvufu inkâra kalkmış, ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine malzeme yapmıştır.
Zahir ve batın ilminin ne olduğunu bilmeyenler, hangi grubu dinlese haklı zanneder, İslâm’ın batınî fıkhını ihya eden gerçek tasavvuf hakkında şüpheye düşer. Bunun için zahir ve batın ilminin iç yüzünü bilmemiz gerekir.
Aynı Hakikatin İki Yüzü
Zahir, bir şeyin dışı, görünen, ortada olan, müşahede edilen, duyu organları ile hissedilen ve bilinen kısmı demektir.
Batın, bir şeyin iç yüzü, görünmeyen yanı, saklı ve sırlı yönü, tefekkür, feraset ve kalp basireti ile bilinen kısmı demektir. Burada konu ettiğimiz zahir ve batın ilmi, dinî hayatımızla ilgili olmazsa olmaz kabilinden iki ilim çeşididir.
Dolayısıyla zahirî ilim dendiğinde, zahirde bedenle yapılan iş ve ibadetlerin hükümlerini öğreten ilim anlaşılır.
Batınî ilim ise iç alemimizin ilmidir. Kalple ilgili amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini, ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu gösterir.
Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb alemini, melekût aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu edinen ilme de batınî ilim denir.
Dinimiz, her iki ilimden de gerektiği kadarını bize öğretmiştir. Bu iki ilmin bir kısmı herkese farzdır. Bir kısmı ise fazilettir. Dinimizin öğrettiği ve herkesten istediği zahir ve batın ilmi, bütünüyle Kur’an ve Sünnet ilminden ibarettir. Bu iki ilim beden ile ruh gibidir. İkisi birbirini tamamlar, biri olmadan diğeri vazife göremez, fayda vermez.
Zahir ilmine şeriat ilmi, batın ilmine hakikat ilmi denmesi, sadece alanlarını belirtmek içindir. Yoksa birisi diğerinden daha az lazımdır manasında değildir. Her ikisi de dinimizin öğrettiği ilimlerdir; ilahî hükümleri bildirir, Allah’ın muradını öğretir, kulun Rabbine karşı koruyacağı hukuk ve edebini gösterir. Büyük veli İmam Kuşeyrî K.S. şu mühim tespiti yapar:
“İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından, şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı şekilde, hakikat ilmi de Allah’ın emri ile vacip olması ve arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir şeriat ilmidir.”
Allame Arusî Rh.A. bu söze şu kaydı ekler: “Çünkü her iki ilmi emreden de Yüce Allah’tır. Sonuçta kaynak ve hedef birdir. Birisi insanın zahiri amellerini, diğeri de kalple ilgili edeplerini öğretir.”
Tasavvuf Zahirden Kopmak mı?
Tasavvuf, dinin zahir ve batın ilimleri dışında bir ilim öğretmez. Tasavvuf özellikle dinin manevi boyutuna ve takvaya yönelmiş bir kurumdur. Bu durumuyla dinî hayatın bir parçasıdır, hizmetçisidir. Diğer taraftan dinin öğrettiği zahir ve batın ilmine uygun olmayan bütün ilim ve fikirler, adı ne olursa olsun, din dışıdır. Allah katında geçerli değildir. İnsanı gerçek mutluluğa erdirmez, ahirette azap sebebidir.
Din, insanın zahirine ve batınına bir bütün olarak hitap eder. İlâhî hükümler iki türlüdür. Birisi zahirimizi, diğeri iç alemimizi ilgilendirir, insanın kâmil olması her iki ilimden pay sahibi olmasına ve zahiri gibi batınını da güzelleştirmesine bağlıdır. Çünkü insan, kalbi ve kalıbıyla, fikir ve fiili ile, içi ve dışıyla birlikte insandır.
Her ibadetin bir zahir bir de batınî yönü vardır. Yani bir görünür yüzü, bir de iç yüzü. Zahiri yönü bedeni, batınî yönü kalbi ilgilendirir. Mesela, namazda başlangıç tekbiri farzdır, bu dilin vazifesidir. Aynı şekilde namaza gösteriş katmadan onu sadece Allah için kılmaya niyet etmek de farzdır. Bu niyet ve ihlâs kalbin amelidir. Diğer bütün ibadetlerde de durum aynıdır. Ayrıca sadece kalple yapılan farz ibadetler de vardır. İhlâs, huşu, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, rıza, sabır, muhabbet gibi. Bunları öğreten ilme de batın ilmi denir
Şimdi hangi akıllı mümin: ‘Ben dinin öğrettiği ilim ve amellerden zahirle ilgili olanları kabul ederim, fakat batınla ilgili olanları dikkate almam’ diyebilir? Bu konuda fakihle sufinin, muhaddisle müfessirin, halk ile yöneticilerin ne farkı vardır?
Büyük veli Ahmed er-Rufaî K.S., kâmil sufi ile geçek fakihin hiçbir farkı yoktur der ve şunu sorar: “Hangi kâmil sufi talebelerine: ‘Namaz kılmayın, oruç tutmayın, haramlara dikkat etmeyin, siz sadece zikirle meşgul olun yeter!’ diyebilir. Ve hangi gerçek fakih talebelerine: ‘Allah’ı çok zikretmeyin, nefsinizle mücadele etmeyin, ihlâsla amel etmek için uğraşmayın, siz namazı kılın, orucu tutun yeter!’ diyebilir?”
Elbette her müslümanm zahirini ve batınını ilgilendiren ilâhî emirler aynı derecede önem arz eder. Onları bilmek ve gereğini yerine getirmek farzdır. Zahir ve batın ilminden bu kadarı herkesi ilgilendirir. Bu kısmın ihmali insanı sorumlu eder.
Zahir ve batın ilminin bu kısmına kimsenin itiraz hakkı yoktur. İtiraz eden sadece cehaletini ispat etmiş olur. Burada zor olan, zahir ve batınla ilgili hükümleri bilmek değil, ilmin gereğini yapmaktır. İmam Gazalî Rh.A.’in belirttiği gibi, bazı insanlar ilimde İlerlemiş fakat amel ve güzel ahlâkta geri kalmıştır. Sadece bilmekle yetinen ve kalbini ihmal eden böyle kimseler, şeytan tarafından ilimle aldatılmış kimselerdir. Allahu Tealâ: “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu.” (Şems/9) ayetinde, kurtuluşu kalbin günahlardan nasıl temizleneceğini bilmeye; bu bilgiyi kitaplara yazmaya ve insanlara öğretmeye değil, kalbi bizzat temizlemeye bağlamıştır. İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi, ilmi amele çevirmek, ameli ihlâs ve muhabbetle yerine getirmek ve sonuçta marifetullaha erişmektir
Tartışmaların Merkezi: Ledün İlmi
Hz. Peygamber A.S.’dan ümmetine iki türlü ilim miras kalmıştır. Birisi zahirî ibadet ve hükümlerle ilgili, diğeri ahlâk ve manevi hallerle ilgili ilimdir. Hükümler aktarma yoluyla ve akılla öğrenilir. Güzel ahlâk ve manevi haller ise kalp ve ilâhî aşkla elde edilir. Gerçek alim ise her iki ilimden yeteri derecede pay sahibi olan kimsedir. Ona rabbanî alim, arif, muhakkik ve kâmil mümin denir. O, Allah’ın yeryüzünde canlı şahidi ve seçilmiş bir dostudur. Tasavvuf büyükleri veli ve sufi deyince bu kimseyi kasdederler.
AllahuTealâ, gerçek takvaya ulaşmış dostlarına yüksek manevi haller, herkesten ayrı özel ilimler, Kur’an ve Sünnet’e farklı bakışlar ve derin anlayışlar ikram etmiştir. Bu haller ve ilimler, zahirî ilimlere sıkıca bağlı olmanın sonucu oluşan ilâhî aşk ve takvanın hediyesidir. Arifler, takva olmadan kalpte manevi ilim kapılarının açılmayacağını belirtmişlerdir.
Allah dostlarına verilen bu özel ilimlere de batın ilmi denir. Bu kısım, herkese farz olan ilme girmez. O özeldir, ilâhî hediyedir, fazilettir, ayrı bir şereftir. Bu batın ilmine irfan ilmi, sır ilmi, ledün ilmi, feraset ilmi, gayb ilmi, vehbî ilim, keşif ilmi, hikmet ilmi, hakikat ilmi, ilham, yakîn ilmi gibi isimler de verilmiştir. Hepsi Yüce Allah’ın sevdiği kuluna bir rahmeti, ikramı ve özel tecellisidir.
Bu özel ilmin muhtelif ayet ve hadislerde övüldüğünü ve teşvik edildiğini görüyoruz. Mesela Kur’an, uyanık kalp sahiplerinin özel bir tespit gücüne sahip olduğunu belirtir (Hicr/75). Tirmizî ve başka birçok kaynakta yer alan hadisler, bu ferasetin ilâhî nurla olduğunu beyan eder. Yine birçok muteber kaynakta bulunan “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî bir de batınî manası vardır.” hadis-i şerifi, ehli olan kimseler için gizli ilim yollarının açık olduğunu gösterir.
Genelde fakihlerle sufilerin tartışması işte bu batın ilminde olmuştur. Halbuki sufiler, fakihin, müfessirin ve muhaddisin ayet ve hadisten anladığı ilk manayı kabul etmektedir. Ondan sonra bir adım daha ileri giderek ayet ve hadislerin ruhuna aykırı olmayan yeni manalar, farklı ilimler ve değişik hikmetler ortaya koymaktadır.
Velilerin hiç bahsetmedikleri, Allah ile kendi aralarında kalan özel ilimler de vardır. Herkes onları bilmekle mükellef değildir. Bu tür ilimler bizde yok diye onları inkâr etmek, Yüce Allah’ın rahmetini sınırlamak olur. Oysa Allahu Tealâ: “Her bilenin üzerinde daha iyisini bilen bir başkası vardır.” (Yusuf/76) ayetiyle, bizlere edep ve tavazu öğretmektedir. Çünkü ilmin bir sonu yoktur. Kur’an, Yüce Allah’ın ilim ve tecellilerini tespit etmeye denizler mürekkep olsa yetmez diyor. (Kehf/109)
Büyük veliler, manevi keşif ve kalple ilgili ilimlerdeki yanılmaları ve ayak kaymalarını önlemek için çok sıkı tedbirler almışlar ve sağlam kaideler koymuşlardır.
Keşif, İlham ve Ölçüler
Gerçek sufiler, zahir ve batın, bütün işlerinde Kur’an ve Sünnet’i vazgeçilmez bir ölçü ve hakem yapmışlardır. Kur’an ve Sünnet’in hükmüne ters düşen keşif, ilham, varidat türü şeyleri ihtiyatla karşılamışlar ve onlarla amel etmemişlerdir. Allah’a ulaşmanın tek yolu olarak Hz. Peygamber A.S.’ın sünnetine uymayı görmüşlerdir. Ebu’l-Hasen Şazelî K.S. der ki:
“Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve Sünnet’e ters düşerse, Kur’an ve Sünnet’in dediğini yap, keşfini terk et ve nefsine, ‘hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti Kur’an ve Sünnet’te sağladı, keşif ve ilhamda sağlamadı’ de.”
Büyük Arif İmam Rabbanî K.S. de bu konuda şu uyarıları yapar:
“Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet inancına göre itikadını düzeltmesi gerekir. Sonra, Kur’an ve hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir.
Eğer keşif ve ilham yoluyla kalpte Kur’an’a ve Sünnet’e ters gelen bir şey zuhur ederse, onları terk etmeli ve bu tür şeylerden Allah’a sığınmalıdır. Yüce Allah’ın zat ve sıfatları hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zahiri ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma gibi durumlar ve haller, zahir ilmin kabul ettiği mananın dışında düşünülmemelidir.
Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin asıllarına dayalı görüşlerini toptan red etmemelidir. Bazı veliler manevi sarhoşluk halinde zahir ilme ters düşen sözler sarf etmişlerdir. Bunlara ‘şatahat’ denir. Onlar bu durumda mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez. Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşad yapamazlar. Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında ileri-geri konuşmamalıdır.
Asıl mesele, ilâhî emirleri yerine getirip, yasaklanan amelleri terk etmektir. Ne kadar dinin emirleri tutulursa, o nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur. Hangi tarikatta nefse muhalefet fazla ise, o Allah’a giden yolların en yakınıdır.” (Mektubat, 286. Mektup)
Yoldan Ayrılanlar
İslam tarihinde Batıniyye diye anılan bir grup, “biz batın ehliyiz, işin özü ve aslı batındır, batının dışındakiler batıldır” diyerek fitne yaymışlar ve dinin temel esaslarını tahrif etmişlerdir.
Hicri II. asrın başlarına kadar kökleri uzanan bu fitne grubu, diğer dinlerle putperestliğin ve mecusiliğin karışımından oluşmuş farklı bir akımdır. Daha çok siyasi yollarla İslâm’ı tahrif için kurulmuştur. Onlara göre mesela namaz imama itaat etmek, oruç imamın sırlarını korumak, zekat mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hac imamı ziyaret etmek, cennet dünyadaki rahat hayat, cehennem de dünyadaki çileli yaşantıdır. Bu grubun İslâm ile hiçbir alakası yoktur. Bunlara İbahiyye de denir. Zamanımızda az da olsa uzantıları vardır.
Bunlardan başka bir grup da, önce mümin iken sonra dinden çıkmışlardır. Bu kimseler bir zaman ibadet, taat ve zikirle meşgul olduktan sonra, kendilerince kemale erdiklerini, iç alemlerinin Allah’ın sevgi ve feyzi ile dolduğunu, Allah’a kavuştuklarını, Allah ile bütünleştiklerini düşünürler ve artık amel etmenin, namaz kılmanın bir gereği kalmadığını söyleyerek bütün ibadetleri terk ederler. Ayrıca, bu hale ulaşanlara hiçbir haramın zarar vermeyeceğini söyleyerek rahatça haramlara dalarlar. Bu da şeytanın bir oyunudur.
Bunlardan başka açıkça dini inkâr etmediği halde, ‘sen benim içime bak, kalbin temiz olsun, niyetinde kötülük taşıma yeter’ deyip, hiçbir ibadete yanaşmayan kimseler mevcuttur. Bu da bir aldanmadır ve şeytanın oyunudur.
Sonuçta biz, insanı kalbiyle değil, görünen amelleri ve davranışları ile tanırız. Bizler zahire, Allahu Tealâ amellerle birlikte kalplere bakar. Kalbi güzel olanın işleri de güzel olur. Güzel, Yüce Allah’ın sevdiği ve güzel diye tanıttığı şeylerdir. Bunlar, hem zahirdeki hem de batındaki ibadet ve salih amellerdir.
Dilaver Selvi, Semerkand Dergisi, Ekim 2001.